9 Aralık 2013 Pazartesi

ne zaman başaracağız?

Başarı. Hayatımızdaki bütün kararlarımızı etkileyen yegâne kelime.  Somut hali, kimi zaman para, kimi zaman şöhret, kimi zaman saygıya eşdeğer. Somutlaması hep değişse de soyut gerçeklik sabit; bizler hayatlarımızı başarılı olmak için yaşıyoruz. Egomuzun okşanması, var olduğumuzu hissedebilmek üzerine kurgulu bir düzene evrimleşmiş halde psikolojilerimiz.

Bizden önceki nesil için başarı, “güvenlik” ihtiyacını karşılamak demekti. Dönemin koşulları, herşeyin bir anda yokolabileceğini ve yalnız kalınabileceğini genetik hafızaya kazımıştı. Oysa biz yeni kuşak için artık bambaşka bir anlam taşıyor başarı kelimesi. Güvenlik artık bizim için ihtiyaç değil, çünkü biz gerçekten hiç kaybetmedik. Kaybetmediğimiz bir şeyi, ihtiyaç olarak tanımlayamadığımızdan, sahip olduğumuzda da başarı olarak addedemiyoruz. Ne kadar kaybetmediğimizi anlamak için televizyonu açıp yarım saat kadar gezmeniz, ya da popüler bir kitapevindeki en çok satanlar rafına bakmanız yeterli.

Sanırım bu iki paragraf, yeni nesilin 2900TL net + multinet kurumsal tarifesiyle ilişkisinin neden sağlıksız olduğunu açıklayacaktır. Güvenli bir yaşam, Y kuşağının ilgisini çekmiyor.

Bizler, artık çok daha bireyci, çok daha “varlık” derdinde insanlarız. “1 ev, 1 araba” ya da “2 ev, 1 araba, kolejde çocuk” paketleri artık o kadar da cazip değil. Onun yerine “IPO açıklamasına terlikle çıkmak, siyah boyunluklu kazakla sunum yapmak, karşı cinsle ilişkilerde başarısız olmak” bizi kendine çekiyor, çünkü çok daha ilgi çekici.

İşte benim hikâyem de işbu bilgilere dayanıyor.

Dünyayı değiştirmek istediğim günün tam tarihini bilmiyorum. Ama sokakta yürürken gördüğüm mutsuz insan silüetlerinin içimde yarattığı birikintinin, zihnimi bu düşünceyle doldurduğuna eminim. Benim çapım ve dünyanın çapı arasındaki muazzam farkı gözünün önüne getirip, bana çehrenden başka yerlerinle güldüğünün farkındayım sevgili okuyucu. Önemli değil. Fakat unutma bu hissiyatını. Yazının sonunda sana argüman olarak kullanacağım bu gülüşü.

Konuya dönüyorum.

Bütün çabanın altında yatan en temel sebebi artık biliyorsun. Dünyayı değiştirmek istiyorum. Times’a kapak olmak için değil, sokakta yürürken gülümseyen yüzler görebilmek için. Bu sebepten ötürü, üniversite hayatımın ciddi bir bölümünü tiyatroya, ciddiyetsiz bir bölümünü ise okul hayatıma harcadım. Ben okurken, kimse değişmiyordu; oysa bizi sahnede izleyenler yeni kitaplar okumak istiyordu. Ama maalesef, sonuç beklediğim gibi olmadı; hayatımın ciddi bölümü Bilkent’in konferans salonundan bozma sahnelerinden öteye gitmedi. Ciddiyetsiz bölümü ise bana üçüncü sınıfta ABD’de staj, mezuniyetin hemen ardındansa çalışan memnuniyet anketlerinde ülkenin en başarılı IT firması olan büyük kurumsalda iş imkânı sağladı. 22 yaşında o kadar para, şirketten altına verilmiş bir araba ve bir dünya ekstra ile asık bir suratın buluşması; “güvenlik” sorunumun olmadığının ispatı niteleğindedir sayın okuyucu. Burdaki gizli mesajı “bak, ben ne kadar zekiyim” diye yorumlama içinden, doğruluk payı var bu çıkarımının evet ama “doğru zamanda, doğru yerde” olmak “çok zeki valla, zehir gibi bizim oğlan” olmaktan daha önemli bu memlekette. Kafanı kaldırıp, patron koltuklarında oturan adamları incelediğinde ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın.  

Kurumsaldaki iki senenin aklımda bıraktığı ve durmadan yankılanan cümle “Bir çarkın dişlisi olursan, hiçbir şeyi değiştiremezsin. Oysa bir çark olursan, istediğin yere dönersin.” Oldu. TED Talk falan değil sayın okuyucu, az önce uydurdum cümleyi. Tam olarak buydu hissim. Bir noktada şunu farkettim; denemek zorundayım. Üzerimdeki takım elbiseyi taşıdığım her gün, biraz daha sağlamlaşıyor çarktaki yerim. Oysa Nasreddin Hoca’nın anlattığına göre kazan doğuruyor, e o zaman çark da doğurur. İstifa ettim. Dünyayı daha mutlu bir yer yapabilmek için, özgür olmam gerektiğini hissederek istifa ettim. Kendi işime, yani anlamlı bir çark olmaya giriştim.

Resmin o kadar uzağındayken göremediğim bir şey vardı. İlk paragrafta yer alan bilgilerden bahsediyorum sayın okuyucu. Bizim kuşaktan yani. Geçtiğimiz dört aylık süreçte, bilfiil dünyayı değiştirmek, daha güzel bir yer haline getirmek için uğraşıyorum. Somut olarak güzel bir iş çıkarmaya, bir şirket kurmaya denk geliyor yaptığım. Girişimciyim. Ve etrafımda onlarca girişen var. Farklı amaçlarla aynı somutlamaya ulaşan girişenler.
Artık beni tanıyorsun, yazının geri kalanında neler öğrendiğimi ve içimdeki bir tutam hayal kırıklığının sebebini anlatacağım.

İnsanın parayla olan ilişkisi, Mecnun’un Leyla ile ya da Kerem’in Aslı ile kurduğu ilişkiden çok daha efsanevi. Dağları delmek bir yana dursun, para için insan denizin altından tren bile geçiriyor. Siyasi mesaj değil, kaygılanma. Latife ediyorum şurada. Hayaller gerçek oluyor, gerçekler ise şaka. Girişimcilik de son dört aydır gördüğüm kadarıyla bu efsanevi ilişkiye yeni bölümler çekmek için heba olmak üzere. Evet, para başarının somutlanmış hallerinden birtanesi. Servet düşmanlığı yapmak değil niyetim fakat paranın tek başına bir amaç değil sonuçlardan bir tanesi olduğu bir dünya idi beklediğim. Oysa girişimcilik de kendi ekosistemi içerisinde bir çark olmaya ve girişimcileri bir dişli haline getirmeye başlamak üzere.

Artık o kadar çok şey hayaldi ve gerçek oldu ki; bu dünyada da kimse herhangi bir hayalin ayaklarının yere dokunup dokunmadığını sorgulamıyor. Sorgulanan tek şey ürünü kullanacak kişiye satıp, satamayacağımız. Ürünün ne olduğu, kimin tarafından yapıldığı, nasıl yapılacağı, ne sonuçlara sebep olacağı paranın karar vermesi gereken şeyler olarak görülüyor. Tek odağımız, paranın kaynağı. Herkesin ağzında girişimlerin yüzde doksanı batar zaten cümlesi varken, bütün girişimcilere neredeyse bütün hızlandırma programlarının aynı eğitimleri vermesini kimse sorgulamıyor. Öyle olunca da, benzer hayalleri kuran herkes yalın girişip, cüzdanını karışıklaştırmaya odaklanmaya başlıyor.

“Siz işin tutacağını doğrulayın, ürün kötü olsa da sorun değil. Daha sonra en iyi mühendisleri tutar, iyisini yaptırırız.”

Hayır, tutmayalım sayın yatırımcı. İşimiz yürüsün, cebimiz dolsun diye aynı çarktan bir tane de biz üretmeyelim. Gel, ürünü birlikte güzel yapalım. Gel, en çok kazanacağımız değil de, insanların en çok seveceği, en çok kullanacağı ürünü birlikte yapalım. Gel, inovasyon yapalım, dünyayı değiştirelim. Gel, öyle güzel bir şey yapalım ki, işini seven insanlar parçası olmak için sürekli geldiğinden iş ilanı çıkamayalım. Gel, şu ülkede de çalışanların patronlarına için için küfretmediği, kimsenin patron ya da çalışan olmadığı, ama herkesin üreten olduğu bir iş yapalım. Gel, insanların zamanlarını para karşılığında satmadığı, onun yerine üretme güdülerini tatmin ettikleri bir iş yapalım.


Biliyorum sayın okur. Bu kadar romantizm, ekonomiye ters. Olsun, yapabileceğimizi biliyorum. Şimdilik biz bu hayallerle ufak bir takımız. Ve bizim için başarının somut hali hesaplarımızdaki para değil, gülen yüzler. İşte tam da bu yüzden geleceğin bizim olduğunu biliyorum.