9 Aralık 2013 Pazartesi

ne zaman başaracağız?

Başarı. Hayatımızdaki bütün kararlarımızı etkileyen yegâne kelime.  Somut hali, kimi zaman para, kimi zaman şöhret, kimi zaman saygıya eşdeğer. Somutlaması hep değişse de soyut gerçeklik sabit; bizler hayatlarımızı başarılı olmak için yaşıyoruz. Egomuzun okşanması, var olduğumuzu hissedebilmek üzerine kurgulu bir düzene evrimleşmiş halde psikolojilerimiz.

Bizden önceki nesil için başarı, “güvenlik” ihtiyacını karşılamak demekti. Dönemin koşulları, herşeyin bir anda yokolabileceğini ve yalnız kalınabileceğini genetik hafızaya kazımıştı. Oysa biz yeni kuşak için artık bambaşka bir anlam taşıyor başarı kelimesi. Güvenlik artık bizim için ihtiyaç değil, çünkü biz gerçekten hiç kaybetmedik. Kaybetmediğimiz bir şeyi, ihtiyaç olarak tanımlayamadığımızdan, sahip olduğumuzda da başarı olarak addedemiyoruz. Ne kadar kaybetmediğimizi anlamak için televizyonu açıp yarım saat kadar gezmeniz, ya da popüler bir kitapevindeki en çok satanlar rafına bakmanız yeterli.

Sanırım bu iki paragraf, yeni nesilin 2900TL net + multinet kurumsal tarifesiyle ilişkisinin neden sağlıksız olduğunu açıklayacaktır. Güvenli bir yaşam, Y kuşağının ilgisini çekmiyor.

Bizler, artık çok daha bireyci, çok daha “varlık” derdinde insanlarız. “1 ev, 1 araba” ya da “2 ev, 1 araba, kolejde çocuk” paketleri artık o kadar da cazip değil. Onun yerine “IPO açıklamasına terlikle çıkmak, siyah boyunluklu kazakla sunum yapmak, karşı cinsle ilişkilerde başarısız olmak” bizi kendine çekiyor, çünkü çok daha ilgi çekici.

İşte benim hikâyem de işbu bilgilere dayanıyor.

Dünyayı değiştirmek istediğim günün tam tarihini bilmiyorum. Ama sokakta yürürken gördüğüm mutsuz insan silüetlerinin içimde yarattığı birikintinin, zihnimi bu düşünceyle doldurduğuna eminim. Benim çapım ve dünyanın çapı arasındaki muazzam farkı gözünün önüne getirip, bana çehrenden başka yerlerinle güldüğünün farkındayım sevgili okuyucu. Önemli değil. Fakat unutma bu hissiyatını. Yazının sonunda sana argüman olarak kullanacağım bu gülüşü.

Konuya dönüyorum.

Bütün çabanın altında yatan en temel sebebi artık biliyorsun. Dünyayı değiştirmek istiyorum. Times’a kapak olmak için değil, sokakta yürürken gülümseyen yüzler görebilmek için. Bu sebepten ötürü, üniversite hayatımın ciddi bir bölümünü tiyatroya, ciddiyetsiz bir bölümünü ise okul hayatıma harcadım. Ben okurken, kimse değişmiyordu; oysa bizi sahnede izleyenler yeni kitaplar okumak istiyordu. Ama maalesef, sonuç beklediğim gibi olmadı; hayatımın ciddi bölümü Bilkent’in konferans salonundan bozma sahnelerinden öteye gitmedi. Ciddiyetsiz bölümü ise bana üçüncü sınıfta ABD’de staj, mezuniyetin hemen ardındansa çalışan memnuniyet anketlerinde ülkenin en başarılı IT firması olan büyük kurumsalda iş imkânı sağladı. 22 yaşında o kadar para, şirketten altına verilmiş bir araba ve bir dünya ekstra ile asık bir suratın buluşması; “güvenlik” sorunumun olmadığının ispatı niteleğindedir sayın okuyucu. Burdaki gizli mesajı “bak, ben ne kadar zekiyim” diye yorumlama içinden, doğruluk payı var bu çıkarımının evet ama “doğru zamanda, doğru yerde” olmak “çok zeki valla, zehir gibi bizim oğlan” olmaktan daha önemli bu memlekette. Kafanı kaldırıp, patron koltuklarında oturan adamları incelediğinde ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın.  

Kurumsaldaki iki senenin aklımda bıraktığı ve durmadan yankılanan cümle “Bir çarkın dişlisi olursan, hiçbir şeyi değiştiremezsin. Oysa bir çark olursan, istediğin yere dönersin.” Oldu. TED Talk falan değil sayın okuyucu, az önce uydurdum cümleyi. Tam olarak buydu hissim. Bir noktada şunu farkettim; denemek zorundayım. Üzerimdeki takım elbiseyi taşıdığım her gün, biraz daha sağlamlaşıyor çarktaki yerim. Oysa Nasreddin Hoca’nın anlattığına göre kazan doğuruyor, e o zaman çark da doğurur. İstifa ettim. Dünyayı daha mutlu bir yer yapabilmek için, özgür olmam gerektiğini hissederek istifa ettim. Kendi işime, yani anlamlı bir çark olmaya giriştim.

Resmin o kadar uzağındayken göremediğim bir şey vardı. İlk paragrafta yer alan bilgilerden bahsediyorum sayın okuyucu. Bizim kuşaktan yani. Geçtiğimiz dört aylık süreçte, bilfiil dünyayı değiştirmek, daha güzel bir yer haline getirmek için uğraşıyorum. Somut olarak güzel bir iş çıkarmaya, bir şirket kurmaya denk geliyor yaptığım. Girişimciyim. Ve etrafımda onlarca girişen var. Farklı amaçlarla aynı somutlamaya ulaşan girişenler.
Artık beni tanıyorsun, yazının geri kalanında neler öğrendiğimi ve içimdeki bir tutam hayal kırıklığının sebebini anlatacağım.

İnsanın parayla olan ilişkisi, Mecnun’un Leyla ile ya da Kerem’in Aslı ile kurduğu ilişkiden çok daha efsanevi. Dağları delmek bir yana dursun, para için insan denizin altından tren bile geçiriyor. Siyasi mesaj değil, kaygılanma. Latife ediyorum şurada. Hayaller gerçek oluyor, gerçekler ise şaka. Girişimcilik de son dört aydır gördüğüm kadarıyla bu efsanevi ilişkiye yeni bölümler çekmek için heba olmak üzere. Evet, para başarının somutlanmış hallerinden birtanesi. Servet düşmanlığı yapmak değil niyetim fakat paranın tek başına bir amaç değil sonuçlardan bir tanesi olduğu bir dünya idi beklediğim. Oysa girişimcilik de kendi ekosistemi içerisinde bir çark olmaya ve girişimcileri bir dişli haline getirmeye başlamak üzere.

Artık o kadar çok şey hayaldi ve gerçek oldu ki; bu dünyada da kimse herhangi bir hayalin ayaklarının yere dokunup dokunmadığını sorgulamıyor. Sorgulanan tek şey ürünü kullanacak kişiye satıp, satamayacağımız. Ürünün ne olduğu, kimin tarafından yapıldığı, nasıl yapılacağı, ne sonuçlara sebep olacağı paranın karar vermesi gereken şeyler olarak görülüyor. Tek odağımız, paranın kaynağı. Herkesin ağzında girişimlerin yüzde doksanı batar zaten cümlesi varken, bütün girişimcilere neredeyse bütün hızlandırma programlarının aynı eğitimleri vermesini kimse sorgulamıyor. Öyle olunca da, benzer hayalleri kuran herkes yalın girişip, cüzdanını karışıklaştırmaya odaklanmaya başlıyor.

“Siz işin tutacağını doğrulayın, ürün kötü olsa da sorun değil. Daha sonra en iyi mühendisleri tutar, iyisini yaptırırız.”

Hayır, tutmayalım sayın yatırımcı. İşimiz yürüsün, cebimiz dolsun diye aynı çarktan bir tane de biz üretmeyelim. Gel, ürünü birlikte güzel yapalım. Gel, en çok kazanacağımız değil de, insanların en çok seveceği, en çok kullanacağı ürünü birlikte yapalım. Gel, inovasyon yapalım, dünyayı değiştirelim. Gel, öyle güzel bir şey yapalım ki, işini seven insanlar parçası olmak için sürekli geldiğinden iş ilanı çıkamayalım. Gel, şu ülkede de çalışanların patronlarına için için küfretmediği, kimsenin patron ya da çalışan olmadığı, ama herkesin üreten olduğu bir iş yapalım. Gel, insanların zamanlarını para karşılığında satmadığı, onun yerine üretme güdülerini tatmin ettikleri bir iş yapalım.


Biliyorum sayın okur. Bu kadar romantizm, ekonomiye ters. Olsun, yapabileceğimizi biliyorum. Şimdilik biz bu hayallerle ufak bir takımız. Ve bizim için başarının somut hali hesaplarımızdaki para değil, gülen yüzler. İşte tam da bu yüzden geleceğin bizim olduğunu biliyorum.   

19 Kasım 2013 Salı

Patagonya'da Girişimcilik

Merhaba sayın okur,

Bu satırlar sana Patagonya’nın alelade vatandaşlarından birinin kaleminden çıkmakta. Bunu belirtmekte yarar görüyorum çünkü kimle muhattap olduğunu bilmen mühim.

Önce Patagonya’dan bahsetmek lazım. Patagonya doğu ile batının ortasında, ortada kalmış bir ülkedir. Aslında her ülke kendine göre doğu ve batının ortasında bulunmaktadır. Ama Patagonyalılar bu edebiyatı çok sever. Haklılık payları var, zira sağı başka, solu bambaşkadır Patagonya’nın.

Patagonya’nın girişimcileri türlü türlüdür. İlk kesim, hayat başarısızları. Geçmişlerinde digiturk bayiliği, deterjan imalatçılığı, fotokopi merkezi yöneticiliği gibi multi-disiplin çalışan bu arkadaşlarımız; “yırtmanın” peşindedir. Onlar, açılan ortayı görmüş, kafa atmak için yükselmiş defans oyuncuları gibidir. Yüz tanesinden biri gol olur, ama hakem görse aslında o gol de fauldür. Allah’tan Patagonya’nın hakemleri de çok kötüdür. Top ağlara değerse, goldür.

İkinci kesim ise, tazecik Patagonya Üniversitesi öğrencileri ve yeni mezunlarıdır. Her biri birer Zuckerberg, hatta ve hatta Elon Musk’tır. Google bir şeyi unutmuştur, “abi Twitter bile tuttu yaa”dır. Devam etmeme gerek yok, tanıdın sanırım.

Üçüncü kesim, para biriktirmiş beyaz yakalı Payagonyalılar ise, sıkılmıştır patronlardan. Kurumsalın hantallığı, bu işin yanlış “execute” edildiği, artık çok sıkılmışlık falan sık sık duyabileceğiniz cümlelerdir. İş yapmayıp, iş konuşmasıyla ünlüdür bu arkadaşlar. Patagonya’da maaş, emek değil zaman karşılığında verildiğinden, tüketmek ruhlarına işlemiştir.

Patagonya’nın yatırımcıları ise birbirinden tatlıdır. Tıpkı girişimciler gibi, yatırımcılar da türlü türlüdür. İlk kesim, bir şekilde eskiden tanışıp, anadan babadan zengin, kendi yaptığı işi de sonunda tutturmuş bir güruhtur. Twitter’da tatlı tatlı cilveleşirler. “Nusret’e gitmiyoz mu yaa?” “Of, yine jetlag” “Atatürk Havaalanındaki trafik sorununun çözülmesi lazım artık!” Bildiniz sanırım hepsini. Bu yatırımcılarımız, mentördür, her işten anlarlar, takım kurmak nedir bilirler, vizyonerdirler. Amerika’ya bakıp, “hmm, biz de yapsak ya bunu?” diyebilecek kadar vizyonerlerdir hem de. Birbirlerinin şirketinden adam almama anlaşmaları falan vardır mesela J. “Adam almak”. “Barbekü soslu köy ağası” kafası. Vizyonerlik. İyi niyetlilerdir eyvallah ama, bir Sırrı Süreyya değil, Sarıgül’dürler.

Bir diğer Patagonya yatırımcı tipi ise, bir şekilde çok acayip paralar kazanmış babalardır. Çok anlamazlar, gerek de duymazlar. Anlayan adamı bulurlar. Tekstilcidir, internet sektörüne girer. İnşaatçıdır, mobil uygulama yatırımı yapar. Paranın kokusunu bir kez alan, o kokuyu hiç unutmaz. Sonra hep o kokuya gider.
Patagonya’da girişim, para kazanacak ve kazandıracak bir serbest piyasa ekonomisi ürünü olmaktır.
Bu mektup bana Patagonya’dan geldi. Bir yerlerden tanıdık geliyor. Neyseki bu kadar kötü değil resim bizde. Ama sanırım çuvaldızı kendimize batırmakta fayda var. Biliyorum can yakıyor çuvaldız.

Girişimcilik bir meslek olmamalı. Bir insan, bir işi yapmak isteyebilir. Fakat, Süveyş Kanalı’nı yapmakla, ampulü icat etmek, ipod’u geliştirmekle, unix’i yazmak aynı meslek erbaplarının yapabileceği bir şey değildir. Girişimcilik, bir keşif arayışı olmalı. Ne “yırtma”nın yolu, ne de maaştan kaçış. Tanımlanmış doğru bir yolu yoktur başarının. Girişimcilik için “yalın girişim” bir metodoloji listesinden ötesi değildir. Tek yol, hiç değildir. Hızlı geliştirme yapmanın tek yolu “Agile & Scrum” değildir mesela. Başarı, paralı bir çıkış demek değildir. Bazen sadece “vay arkadaaaaş!” dedirtebilmektir hatta. İyi bir ekip, aynı tutkuya sahip olmaktır. İyi bir ekip; çözümcülüktür, zor zamanlarda omuz omuza durabilmektir, ümidi hiç yitirmemektir. Bir tutkuya sahip olmakla, bir ticarethaneye sahip olmak arasında çok önemli bir fark vardır.


Bizler bu anlayışa ne zaman ulaşabiliriz bilmiyorum. Hatta ulaşıp ulaşamayacağımızdan da çok emin değilim kendi adıma. Ama galiba, en azından biraz dürüst olmanın zamanı geldi.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

medrese günlükleri - son

Son gün sanırım beklediğimden daha çabuk bitti. Şimdi geriye baktığımda, sanki kurs iki günden ibaretmiş gibi geliyor ama kendime kattıklarımı aylardır yapamadığıma eminim. Sabah öykü kurgularımızı masaya yatırıp tartıştık. Kendi adıma, öykümü bir görev adamı olan Sfenks’in depresif hayatı üzerine kurgulamış olmam, hala içimde bitmek bilmeyen üzülme fiilinin bir yansıması gibiydi. Öğleden sonra beş arkadaş Şirince’yi gezmeye gittik. Bu ufak gezi hepimiz için oldukça keyifli oldu. Medrese şimdi daha sessiz. İnsanların bir kısmı ayrıldı, daha az kişi yeni kurs için geldi. Yarın sabah itibariyle, ben de ayrılıyorum. Bu arada bugün akşam voleybolda Erdem ile aynı takımdaydık. Üstelik bu benim için heyecan verici bir durum değil artık. Erdem artık iyiden iyiye benim için bir celebrityden ziyade, bir arkadaş olmuş durumda. Bu durumdan aldığım keyfe satırlar yetmez. Bilmem, belki ucundan bucağından benim de Seyyar Sahne’nin bir parçası olma şansım olur.
Büyük heyecanla beklediğim Hikaye Anlatıcılığı atölyesi başladı. Foça’daki beş gün, uzun süredir ihtiyaç duyduğum ve ekstra keyif aldığım bir tatil oldu. Kitaplar, filmler derken, uzun süredir bir yudum bekleyen entellektüel açlığım az da olsa dindi. Sabah tahminimden çok daha az yorucu bir yolculuğun ardından oniki civarı medreseye geldim. Tanıdık yüzlerin olması ve onların sıcak karşılaması beni inanılmaz mutlu etti. Hikaye Anlatıcılığı atölyesinin ilk günü ise biraz hayalkırıklığı sebebi oldu. Yaş aralığı yirmibeş otuz arası fakat eğitim sanki onsekiz yaş altı için kurgulanmış gibi. Bu kısa bir süre sonra tatminsizliğe yol açabilir. Kursun ilk çalışması olarak IQ’su eksik insanlar için isim oyunları yapmış olmamız, ekibi birbirine kaynaştırdı. Ki bugünün en büyük kazanımı da bu oldu. Bir başka açıdan da çalışmaların performans odaklı olması grup karşısında ciddi bir rahatlık yaşanmasını sağladı. Bu sayede son gün performanslarında muhtemelen comfort zone’dan çok da çıkmadan sergilemeler yapabileceğiz. Kurs ekibi seviye ve tecrübe olarak sanki Beliz Hoca’daki ekibin biraz altında ama yine de  bu insanları tanımak çok büyük bir keyif. Artık medresede çok daha rahatım. Sanki ikinci bir evim gibi. Üstelik buradaki kalıcı ekibin de güvenini kazandığımı hissediyorum. Önümde kendime yatırımımın devam edeceği dört gün daha var. Mutluluk belki de harbiden kolektif üretimde. Belki de benimkisi bir obsesyon değil, haklı bir isyan. Saygılar sevgili günlük. Saygılar.
Herhalde medresedeki en uzun günümdü sayın günlük. Sabahın beş buçuğunda uyandım ne akla hizmetse. Bugün hem kahvaltıcı hem de kahvaltı bulaşıkçısıydım. Yorucu ama keyifli bir uğraş. Kahvaltının ardından atölye başladı. Atölye Nazlı Hoca’nın kafasındaki plana yüzde yüz mutabık kalınarak devam ediliyor. Bu grubun ruhuyla, plan arasında her çelişki yaşandığında istemsiz olarak kopuyorum. Ama yine de büyün pratiklerin ardından hikayeyi beşyüz milyon kez anlatmış olduğum için kafama yerleşmiş durumda. Atölye haricinde artık insanlarla samimiyetim oldukça iyi seviyede. Medrese içinde sonsuz bir rahatlıkla hareket ediyorum. Akşam hem maç yaptık, hem de geç saatlere kadar sohbet ettik. Emre ile amfi tiyatroya çıkıp bir saatin üzerinde sürdürdüğümüz atölye ve masal temalı sohbet en keyiflisiydi. Buranın müdiresi sayılabilecek Nesrin’den dinlemeye ve anlamaya çalıştığımız masallar, Ahmet’in neşesi, Erdem’in vakurluğu bu gece zihnimde takılanlar. Erdem’le Seyyar Sahne’ye katılmak için konuşmaya karar verdim. Şu an için kendimi fazlasıyla yetersiz hissediyorum ama birlikte çizebileceğimiz bir yol beni ileriye taşıyacaktır. Her öğle arasında büyük bir tutkuyla kitap okuyorum. Kendimi yeniden varetmeye başladım sayın günlük. Mutluluk sanki çok uzaklarda değil, hissediyorum.

Sabah yine erken uyandım bugün. Artık zaman geçmesin, yavaşlasın diye uykumu kısaltıyorum. Çalışmalar bugün de yoğun ve yorucuydu. Hayatımda yeni bir yön keşfediyorum; hikaye dinlemek, hikaye anlatmak. Yakın zamanda hiçbir şey beni bu kadar heyecanlandırmadı. Atölye hakkında yazdıklarımı okudum ilk gün. Fikirlerim yine değişmiş durumda. Önyargılarımı farkediyorum, yıkılışlarını izliyorum. Atölye süresince Nazlı Hoca’nın gösterdiği değerler, bugüne kadar varlığına dahi muhalefet ettiğim değerler. Törpüleniyorum. Kabul ederken zorlanıyorum ama törpüleniyorum. Sırf bunun için bile Nazlı Hoca’ya ne kadar teşekkür etsem az.

18 Ağustos 2013 Pazar

medrese günlükleri - üç

Medresede uyumak çok güzel. 2.günün ardından iliklerime kadar hissediyorum bu durumu. Keşke hayat müsade etse de, bütün bir yazı burada geçirebilsem. Sabah yumurtalı ekmeğin, masada kral olduğu güzel bir kahvaltıyla açıldı. Ardından çok uzatmadan çalışmaya başladık. İkinci gün; benim de kendi duvarlarımı kırmama vesile oldu. Dün, Oidipus-Sfenks sahnesinin ilk 5 saniyesi için yazdıklarımı okumaya cesaret edememiştim. Zira benden önce okuyanlar, bu cesaretin boyutunu güzellikleriyle büyütmüşlerdi. Bugünse; bence aramızda en güzel yazmış olan Cem’in ardından kendi yazdıklarımı okuttum. Daha ilk anda Beliz Hoca büyük bir yanlışı farketmiş bir ifade takındı. Yazdıklarımın içine tepiştirmiş olduğum fikirler bana kalırsa sağlamdı ve bunların herkese ulaşmış olması beni çok mutlu etti. Sıkıntı ise çok daha temeldi; yine olaydan çok karakterin iç dünyasına dalmış ve fikirlerimi diyaloglara değil, parantez içlerine yerleştirmiştim. Bu hata daha önce düşmüş olduğum bir hata değildi, fakat şimdi bana maliyeti büyük oldu. Beliz Hoca’dan daha fazla şey öğrenebilme şansımı istemeden gömmüş oldum. Yine de bu tecrübeden bile, özellikle de ekibin olumlu ve konuşkan havası sayesinde kendime çok şey kattığımı hissediyorum. Yazılar, çok güzeldi. Okunup da kulağıma tırt, kötü gelen tek bir sahne olmadı. Ve yorum farkları, tartışmaya değer bir çok malzeme çıkardı bize. Akşam yemeğinin ardından medrese ekibiyle voleybol oynadık. Olanca kötü oyuna karşın, voleybol oynayarak hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. İnsanın saygı duyabildiği kişilerle yaptığı her aktivite, olduğundan çok daha eğlendiriyor. Gecenin ilerleyen saatleri birlikte yaptığımız sohbetlerle geçti. Aralarında tiyatro ile ilgili en az şey yapan kişinin ben olması, her sohbetin bana yeni ufuklar açması şeklinde sonuçlanıyor.

Bugünki asıl sürpriz ise bu geceki “katil kim?” oyunuydu. Oyunu ilk kez oynamama, kimseyi tanımıyor olmama karşın, yine eğlenceli 2-3 saat geçirdiğimi belirtmemde fayda var. Gün geçtikçe kendimi buranın parçası gibi hissediyorum. Çaktırmadan kitap isimleri, tiyatro kuramcılarının isimlerini not alıp, yeni yolculukların kaldırım taşlarını döşüyorum. Uykum geldi artık. Cümlelerimin topalladığının farkındayım. İyi geceler. 

16 Ağustos 2013 Cuma

medrese günlükleri - iki

Bu sabah medresede uyandığım ilk sabahtı. Yatağım koğuşta ve duvarın dibinde. Duvarın dibinde olması hafiften böcek korkusu yaratsa da burada insan hiç bir şeyden korkmuyor. Gündüz sıcak fakat, medresenin gölgede kalan kısımları hakikatten klimalı gibi. Tanımadığın insanlarla birlikte kalmak, rahatlık sınırlarını tartmana sebep oluyor. Pijamanı üzerinden çıkaracağın zamandan, dişini fırçalayacağın zamana kadar herşeyi tartıyorsun. Kursa gelenler çoğunlukla birbirlerini önceden tanıdıklarından bu sorunla çok yüzleşmiyorlar. Sabah kahvaltı için mutfak tarafında gittiğimde Beliz Hoca’yı farkediyorum. Hocalar için hiç bir zaman kısa sürede sevilen bir öğrenci olmadım. Zamanımızın üç gün olması bu yüzden beni geriyor. Kahvaltının ardından başlıyoruz. Bu arada medresede kahvaltıları birlikte hazırlıyoruz. Burada biraz da maddi sebeplerden ötürü sağlıklı beslenmenin hüküm sürdüğünü tahmin etmek zor değil. Kurs öncesi mailde, ders öncesinde Oidipus’u okumamız gerektiği belirtiliyordu. Kurs, Oidipus’un sahne dışında dönen hikayesi ve mit üzerine kurgulanıyor. Kurs hakkındaki detayları yazmak içimden gelmese de bir yazarlık atölyesinin “serim, düğüm, çözüm” mantığından ne kadar farklı şekilde yapılabileceğini destekler nitelikte. Çünkü yazmak için esas ihtiyaç neyi, nasıl yazacağını farketmek. Bunun içeriği ise yazarın insiyatifinde. Gün boyunca Oidipus üzerine konuşuyoruz. Öğlen civarı Erdem geliyor. Gizliden gizliye onu kahraman bellediğimi bilmiyor. Adamı görünce bile heyecanlanırken ben, akşam saatlerinde medresenin çim alanında ona çalım atmaya çalışırken buluyorum kendimi. Orada çaktırmamak, onlardan biriymiş gibi yapmakla boğuşurken içimde fırtınalar kopuyor.

Gecenin sonuna gelmeden biraz Beliz Hoca’dan bahsetmek istiyorum. Ben kendisini gelmeden önce tanımasam da, benim gizliden gizliye Erdem’e duyduğum haytanlığın benzerini buradakiler de Beliz Hoca’ya karşı hissediyor. Ki aynı şeyi benim de hissetmem fazla zaman almadı. Otuz yaşın üzerinde bu kadar dolu, bu kadar bilgili, bu kadar olgun bir kadına daha önce rastlamamıştım. Sadece kendisini bilmek, onun gibi insanların var olduğunu görmek bile insanı mutlu ediyor. Oidipus üzerinde yaptığımız her konuşmada bana yeni bir ufuk açtı. Bugüne  kadar tiyatro ile bilimsel olarak ilgilenen herhangi birinde böyle bir vizyon ne görmüş, ne de duymuşyum, hatta terbiyesizce belki ama bu insanların çok da zeki olmayan, oyuncu olmayı başaramamış kimseler olduğunu düşünüyordum. Beliz Hoca, bu önyargımı aldı, dürdü, ve elime tutuşturdu. Onu ne yapmam gerektiği başka bir yazının konusu.


Gün sonunda, hayatımdaki insanların hayatlarında eriştiğim yere çok uzak bir pozisyondayım medresede. Olmasam da olur hatta. Ama bu beni demotive etmek yerine heveslendiriyor. Sanırım uzun zamandır ilk kez bu kadar istekle doluyorum. Çok fazla eksiğim olduğunu hissediyorum. İnsanlar konuşurken yaptıkları alıntılar ilk kez anlamsız gelmiyor. Herkes dünya iyisi burda, ve zekasından şüphelendiğim bir kişi bile çıkmadı henüz. Bu çok güzel. Bu, herşeyden güzel. Geliştiğimi hissediyorum.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

medrese günlükleri - bir

Kaçma fikrinin fiiliyata geçişi her zaman sürprizlerle dolu. İstanbul’a geleli iki haftayı devirmiştim. Hayata karşı doğal misafir duruşum, bu günlerin acısını azalttı. Sanki yıllardır bir adet bavulla yaşıyor gibiydim. Günler günlerle çocuk oyunları oynayıp koştururken, rüyasını aylar önce kurduğum gün gelip çattı. Bugün yola çıkacağımı, bugün hatırlamış olmak çok şahsıma münhasır bir durum.
Güzel günler? Kaprisli günler? Hayal kırıklıklarıyla dolu günler? Bunların hepsi, cebimde soru işaretleriyle dolaşıyor hala...
Galiba macera başlıyor...

YOL

Sonunda soluklandığım bir an.
Yol beklenenin aksine güzeldi. Şamfıstığını sona saklayan çocuk edasıyla, medreseden önce İzmir’in tadına bakmak istedim. Kemeraltı ve Konak, az buçuk bildiğim sokaklarda dolanıp, “Medrese İhtiyaç Listesi”ne bir kaç tik daha attım. İzmir Otogarı İzmir’in iki başlı kentliğinin ipana’yla fırçalanmamış tarafında kalıyor. Şehirin çok kez hayatımıza verdiği gündemler; “boyoz laik gevrek çiğdem” tabanında olunca insan bir beyaz türk şehri bekliyor. Oysa İzmir’de yıllardır aklımın bir türlü kabul etmediği bir şizofreni hakim. Şehrin büyük bölümü, sıradan bir anadolu kentinden çok daha kötü görünüyor.
Otogara dönüyorum, ilk durak Selçuk. Arkamda dörtlü velet güruhu sanırım medreseden söz ediyor. Eğer onlar da gelecekse, muhtemelen medresenin benim için yanlış durak olacağı hissine kapılıyorum. Selçuk-İzmir arasını hatırlamıyorum. Zira dün gece hayattan ödünç aldığım uyku saatlerini, kendisi geri istiyor. Çok direnemiyorum, sanılanın aksine. Selçuk otogarında sigara yakmaya bile fırsat bulamadan kendimi Şirince minibüsüne atıyorum. İlk kez geldiğim bu coğrafyanın yazılı olmayan kurallarını incelemekle meşgulüm. Şirince’ye dağ arasından ağaçlıklı bir yoldan gidiyoruz. Köy girişinde Matematik Köyü’ne gidecek var mı diyor şöför. İki genç ve ben varız minibüste. Üçümüz de iniyoruz. Yaklaşık 2 adım önümden ilerliyor çocuklar, Matematik Köyü yolu Şirince girişinde sola ayrılıyor. Önceki dörtlüyü Selçuk’ta bırakmış olmanın keyfi sürerken, bu ikili daha da kıllandırıyor. Kemik çerçeveli gözlükler, kareli gömlekler. Lise. Tam ergen yazar adayı gibi geliyor gözüme.
“Hmmffsss...” Adımlarımı, onlara rahat konuşsunlar diye verdiğim bir buçuk metrelik mesafeyi kısaltıcak şekilde hızlandırıyorum. Bir anlık gazla:
-          Beyler, Matematik Köyü’ne mi Medreseye mi?
-          Matematik Köyü
-          (Ana, matematikçi çıktılar. Birşey demem lazım ama..) Hmm.(Söylenecek en güzel şey.)
Kapattığım üç adımı geri veriyorum. Yol toprak ve ceviz büyüklüğündeki taşlarla dolu. Yaklaşık elli metre sonra çocuklar sola sapıyor, bense medrese işaretine yöneliyorum. Yaklaşık bir elli metre sonra yol yine ikiye ayrılıyor, bu sefer tabela yok. Sola devam ediyorum. Hayat boyu hep böyle oldu, sola devam ettim. Yürürken gördüğüm iri kertenkeleler, inceden tırsmacaya sebep. Önce Burak’ı arıyorum. Neden bilmiyorum. Başım sıkışınca ilk kapım o hep. Yaptığımın saçmalığını yüzüme vuruyor, “sakin ol ortağım, varınca ara.” Erdem’i arıyorum ardından. Burada özgüvenimin altını çizmem lazım sevgili günlük. Erdem Şenocak, Erdem oluveriyor birden. Adama hayranım zaten. Onun mekanına gidiyorum. Kaybolmuş olsam, kurtarsa beni, sonra da “Oğlum ne kral adammışsın, harbiden kaybolunur orda, ne doğru zaman da aradın. Orda her sene 5 kişi yokoluyor.” Falan dese diye umut ediyorum. Telefonun ilk çalışıyla birlikte medrese önümde beliriyor. Telefonu kapasam olmaz, açınca ne dicem? Sıçtım.
-          Alo?
-          Ehe, şey, Erdem merhaba, ben Aykut.
-          Selam Aykut
-          (Aha! Adımı biliyo! Ha, ben söyledim L ..) Abi, kayboldum sandım da, sonra yolu buldum.
-          Medreseye giderken mi?
-          Evet abi, neyse öyle işte sağol, geliyom şimdi ben.
-          Ben yarın gelicem Aykut
-          Aa, öyle mi, yarın görüşürüz o zaman abi.
-          Görüşürüz.
Şirince’ye yeraltından notlar bırakmak istiyorum bu konuşmanın ardından.
Medrese umduğumdan ufak görünüyor. Sıcaktan ve yükten, kanter içindeyim. Kimsecikler yok sanki derken, sonradan yatakhane olduğunu anladığım yerden ufak tefek gürültüler duyuyorum. Çantamı kenara koyup içeri giriyorum, ranzalar kuruluyor, yataklar taşınıyor. Kimseye adımı bile söylemeden; “yardım edilecek bir şey var mı?” diyorum. “illa olur” diyorlar. Hakikatten de bir kaç dakika içinde kendimi ranza taşırken buluyorum. Gün boyunca türlü türlü eşya taşıdık, benden sonra gelen dört kişi de işe girişmeden kendini tanıttı, ben salağı gün sonuna kadar sadece iki kişiye adımı söylüyorum. Yavaş yavaş insanları tanıyorken farkettiğim en önemli şey, insanların bir şekilde önceden tanışıyor olduğu oluyor. Yaş aralığı 20-30 arasında. Muhabbet güzel, ben dahil olamasam da henüz. Gün boyu yaptığım hamallığın medrese için olduğunu bilmek hem huzur hem gurur verici. Yarın kurs başlıyor. Bakalım neler olacak...


26 Mayıs 2013 Pazar

o, aramızda yürüyor

the child is grown, the dream is gone.
i have become comfortably numb.
Roger Waters

Adım adım yürüyordu Adem evine, gün boyu sırtında taşıdığı çantanın ağrısıyla omuz omuza. Her zamanki gibi zili çaldı, kimsenin açmasına izin vermeyecek kadar kısa bir sürede ise anahtarı kilitle seviştirdi. Yalnızlık bile Adem’in hızına yetişemiyordu. Annesini gömdüğü günden beri bunu yapmaktan sapıkça bir zevk alıyordu. Tozu en son altı ay kadar önce, bir elin tersiyle silkelenmiş 37 ekran televizyonu açtı ve kanalları gezdi. Her gün yeni bir şans veriyordu renkli kutuya. Bir kez daha gürültüye tahammül edemedi. Naylonu eskimiş kumandayı, divandaki minderin altına koydu ve tek kişilik yaşam formunu alıp tavandaki kabarcıkları saymaya başladı. Hiç yüze gelecek kadar sabrı olmadı Adem’in. 42. Ayağa kalktı ve vestiyerden kalan son hatıra olan çekmeceye yöneldi. İkinci çekmece, çocukluktu. Adem’in bir bisikleti olmadı. Daha iyisi, polaroid fotoğraf makinesi. Bütün çocuklar pedallere olanca gücüyle basıp uzaklara gitmenin hayalini kurarken, Adem Karakaya bir kaya gibi kalıp, etrafından uzaklaşmak isteyenleri kağıda döküyordu. Her birini suçlayacak kadar kanıtı vardı elinde. Her akşam bu kanıtlara kendini şahit olarak ekliyordu.

Adem, şehrin yerel televizyonunda kameramanlık yapıyordu. Onun için hayatın kendisi kocaman bir haber bülteniydi. Sol göz kısık, sağ göz kocaman. 165 dereceden hayat Adem’e çok daha güzeldi. Babasının, gurbetten gelen hediyeyi ne yapması gerektiğini bilemeyip Adem’e verdiği an çizilmişti kaderi. Liseyi zorla bitirdi. Sınanmaktan korktuğundan üniversiteyi hiç düşlemedi. İş aramadı. 19 yaşında girdi bir pasajın en üst katına yerleşmiş olan televizyonun kapısından içeri. “Kameramanlık yapabilir miyim?” diye sordu.
- Nasıl? Neden?
- Fotoğraf makinem var, ama kameram yok. Eğer siz bana kamerayı geçici bir süreliğine verirseniz, haber getirebilirim size. Olmaz mı?
Kanal müdürü, sabah beri içtiği demli çayların sarhoşluğuna dayanamadı. “Tamam” dedi. “Haberin büyüklüğüne gore alırsın paranı.”
Adem ilk kez bir duygu hissetti içinde. Adem ilk kez kanatlanan bir güvercin gördü.

Babası öldüğünden beri, bir senedir, annesiyle yaşıyordu o zaman. Eve geldi. “İş buldum” dedi. Kayıtsızlık bu evin duvarlarında poster olarak asılmıştı. 14 senedir aynı kanalda kameramanlık yapıyor Adem, üstelik artış maaşlı çalışıyor. Arkadaşı yok, tanıdıkları var. Kimseye zarar vermez. Ona dair bilinen tek şey ismi ve soyismi. Ha bir de, güçlü bir savaş silahı gibi görünen kamerası. Fotoğrafları ezberlemekten sıkılmış olsa gerek, saz kursuna başlamıştı Adem. Her şehrin vefa ve cefa konusunda üzerine olmayan bir Halkevi müdürü vardır. İşte bu şehir de tam böyleydi. 3. Haftasına girilen kurs, öğretmen ve öğrenci ilişkisinden daha çok, sanatçı ve dinleyen ilişkisini barındırıyordu. Artık kursiyerler, hocanın bir sonraki konserini bekler gibi bekliyordu sonraki çalışmayı.

Adem sabahın ilk ışıklarıyla uyandı divanda. Elindeki fotoğrafları nazikçe yerleştirdi 2. Çekmeceye. Saçını ayna yerine camdaki yansımasına bakarak düzeltmeyi tercih etti bir kez daha. Önce kanala gidip kamerayı aldı. Sevgilisiyle aynı evde kalmıyordu. Onu daha çok özlemek için. İş arkadaşı Serhan’ı bekledi. Ve kanalın önünden birlikte valiliğe doğru ilerlediler. Adem için bir şeyler ters gidiyordu ve onun bunu farketmesi hiç de uzun sürmedi. Gözlerinde bir şeyler olduğunu hissediyordu. Adem’in çocukluğunu yaşayan, onun gibi lisenin son sınıfında babasını kaybeden, onun gibi annesini yatakta ölü bulan herkes “acı” nın ne demek olduğunu bilir. Oysa Adem bilmiyordu. İlk kez bugün tanıştığı duygu, onu köşeye sıkıştırsa da; Serhan’a sormamak için bunu, yani kabul etmemek için nakavtı, dayaktan zevk almaya başlamış bir boksör gibi sarılıyordu acıya. “Daha çok acıt!” diyordu. Gözlerini kısıyordu. Vali arabasına binerken, ilk kez Adem onu göremedi. Vali 3 yıldır aynı merdivenden iniyor, aynı adımla arabasına biniyordu. Adem ise omzunu aynı şekilde çevirip, aynı noktadan kamerayı valiye yaklaştırıyordu. Görmeden çekilmiş bir haber. Adem kanala dönmek istedi. Kimse “Neyin var?” demesin diye, “işim var” dedi. Sevgilisini ait olduğu çantaya koyup, ertesi gün gelmek üzere ayrıldı yanından. Saz kursunun saatini beklemeye koyuldu yalnız adam. Samsun216 sından bir fırt çekti. Hatıra biriktiriyordu farkında olmadan. Gözleri acı vermeye, Adem de daha çok dayak istemeye devam etti.

“Haydar Haydar”, “Acem Kızı”, “Zahidem”. Sazın her telini tanıyordu artık Adem. İzleye izleye öğreniyordu. Kafasında istediği türküyü söyleyen, çalan bir ozan. Kimseler bilmesin. Cahildi Adem, dünyanın rengine kanıyordu her gördüğünde. Sigara için dışarıya çıktı, ve o renklerin yavaş yavaş kaybolduğunu anlamaya başladı. Yıllardır Adem’in yapamadığı ne varsa hücum ediyordu. Adem’in gözünün beyazı, gözbebeğini çepeçevre sarmış, yutuyordu. Görkemli bir savaş, bi adamın hayatının fethine sebep oluyordu. Adem sıkıca kapattı gözlerini. Bir kez daha açtı. Her şey daha renksiz ve dar. 165 derecenin altında olduğuna adı kadar emindi. Adem’in hayatı, gözünün önünde, gözünün içinde yaşanan bir savaşla kararıyordu. Dur artık! Yalvarırım dur! Oysa bu savaş sabah başlamıştı Adem, bu savaş 33 yıl önce başlamıştı. Artık çok geç. Necati ve Ahmet, Adem’in yanına geldiler, Adem’in gözlerini kırpıştırması, ayan beyan bir sorunu niteliyordu. Necati gördü ilk; “Hasiktir! Noluyo lan senin gözlerine?!” Adem konuşmadı. Artık ufacık bir nokta haline gelmişti gözbebekleri. Korkunç bir film kahramanına dönüşüyordu. Necati ve Ahmet ilk seyircilerdi ve çoktan korkmuşlardı. Adem görmedi. 33 yıl boyunca hiç bir şeye gerçekten tutunmamış Adem, şimdi yakalamayı da, durdurmayı da bilmiyordu. Bembeyaz bir pişmanlık gözlerinin önünde. Dünyası bembeyaz olan bu adamın ağzından bir cümle döküldü:
 - Kör oluyorum lan ben! Siktir!!

Necati durdu. Ahmet durdu. Dünya durdu. Çocukluğu gitmek isteyip de gidemeyenlerin fotoğraflarını çekerek, gençliği ise etrafında ne varsa bir kasete sığdırmaya çalışarak geçen adam, hayatının “gerçekten” gidişine karşı bir şey yapamıyordu. Dünyada olmasını anlamlı kalan tek şey; gözleri. Şimdi sonsuz bir beyazlığa doğru gidiyordu. Adem ağladı. Necati ağladı. Herşey diye bir şey yoktu Adem için, şey vardı, az önce giden. Doğru düzgün veda bile etmeyen, Adem’in kapıyı açmasına bile müsade etmeden anahtarı yerleştiren bir şey.
“Napıcam lan ben? Napıcam şimdi?”

9 sene nöbet tuttu. 42 yaşında, içindeki kabarcıklar tavana çıkana kadar yaşadı. Uykusunda öldü. Ondan alınanlara karşı, verilen tek şey buydu.

Adem Karakaya. Aramızda yürüyordu.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

üzmek istemiyorum seni



“Üzmek istemiyorum seni.” Ne çok anlama gelir. Ne çok şey söyleyebilirim sana bir adet cümleyle. Güçlüyüm derim mesela. Ben hiç üzülmedim, maksat sen üzülme. Kıyamayacak gibi de değilim bak üstelik, uğraşmak istemiyorum daha fazla ama. Zaman kaybettirme daha fazla.

“Üzmek istemiyorum seni.” Korkağımdır belki. Ya da suçlu. Vicdanımdaki muhasebe defterine yeni bir kayıdı ekleyemeyecek kadar güçsüz. Bir de onun acısına katlanamıyorumdur artık. İnsan katlanabileceği acıları ister mi sanki? Kendime mazeret bulamayacak kadar çaresiz.

“Üzmek istemiyorum seni.” Kimbilir belki de o kadar kızgınım ki sana. Sinirime hakim olamamaktan çekiniyorumdur. İçimdeki katilin karnı çok acıkmıştır. Seni son kez uyarıyorumdur. Yüzleşme tercihini sana bırakmışımdır. Açıktan tehdit.

“Üzmek istemiyorum seni.” Kararsızım. Öyle miyim? Ben bir şeyler yapacağım ve sen çok üzüleceksindir. Beni ilgilendirir yalnızca. Benim tasarrufumda her şey. Safi bencilliğime değer yargısının vurduğu çekici görür gözüm. Dilimden sana koz olarak çıkar gizli gündemim: “bak, aklımdasın.” Belki mazeretim olur ha? Hafifletici sebebim.

“Üzmek istemiyorum seni.”
Sen anladın.
Ama ben anlamadım.