2 Kasım 2008 Pazar

Pembe Topuk

Proje, ödev, ders, sınav .. diye giden bir küme var son zamanlarda hayatımda, nasıl genişlemişsem hepsiyle de kesişiyorum. Gözlerde sürekli bir uykusuzluk hali, hatrımı soranlara kusuyorum kinimi. “Neyin var?” sorusunun gerzekliği geriyor bünyemi. Yorgunum ulan işte, hem sanane ki. Yine merdivenlerden iniyorum, asansörü ritmik olarak bozulan lanet binadan. Gözüme sallanan bir şey takılıyor, aklım ödevimde. Yukarı kaldırıyorum kafamı hafiften, çıplak bacak ve sallanan kalça kombinasyonu açık bir belle tamamlanıyor iri kıyım kızımızda, tiksiniyorum. Güzel olmayan salak kızların, güzel olduğunu düşündüğü yerlerini topluma açması garip, ama bir o kadar da doğal. Doğal olan bana garip, kim garip?..

“Fıçiiuuvv” diye bir hollywood efekti çınlıyor kulaklarımda, flashback kahramanı oluveriyorum, biliyosunuz geçen bölümde jack di kahraman, sonra sawyer oldu, e ben de şimdi sıra ne var ki.. Hayır, Lost izlemiyorum Amerika'daki eyleme Yılmaz Erdoğan'ın da gdip destek verdiğini duyduğumdan beri, pek muhalifiz bu aralar.

Ayna karşısında bir çocuk, saçını tarıyor babasınınkiyle aynı model tarağını kullanarak.. Yana yatırıyor önce, sonra önleri kaldırıcak, nitekim o yıllarda önleri kaldırılmış bir saçın yan profilden görüntüsünün ne kadar tırt olduğunun farkında değil. Üzerinde beyaz bir t-shirt var, kumaşı lacoste unkine benziyor, ismini bilmiyorum, lacoste an farkı, salı pazarında satılıyor olması bu beyaz t-shirt ün. Altta ise, mavi bir şort var, göbeğe kadar çekilmiş. Oysa daha geçen sene paçaları iki santim kısa gelen bir pantolondu, kumaştan alınan verimi sonsuza götüren bir anneye sahip çocuk. Ayaklarında beyaz çorapları, topukları hafiften transparanlaşmış, ipliklerin pencerelerinden pembe topukları görülebiliyor.

Hayatında ilk kez ciddi bir aşk yaşıyor, üstelik çocukluk arkadaşına, üstelik annesinin arkadaşının kızına, üstelik babasının arkadaşının kızına. Heyecanlanması normal bu sebepten. Kahvaltıya gidiyor, ders çalışmak tek niyetleri. Ama yalnız olucaklar ilk gün. Çapraz apartmanın 4. katında oturuyor sevdicek, kahramanımız lanet ediyor, bu kadar yakın evlerin birbirini gören hiçbir penceresi olmamasına. Olsun, talih sadece filmlerdeki kurallarla işlemiyor.

Ve kız. Burcu. Flashback' in asıl sebebi. Kızı düşünürken anneannemin, “Bu oğlan anca koca götlüleri sever, dana gibi napacağğsa” sözü geliyor, üzülüyorum. Burcu, rengarenk giyinen manyak bir kız, dönemimizin kız grubu spice girls ün sexy girl ü kendisi. O hani en popüler olan kız, yanında çirkin arkadaşı da var en doğal olanından. Güzel kız, çirkin kız en iyi arkadaş çifti Burcu'lar içinde geçerli. Şişman sanırım, göbeği görünüyor zıpladığında, sessiz bir kız, dersleri 5 üzerinden 4 standartında, sevmiyor zeki, sempatik, şirin çocukları, piç adam onun da tercihi. O gün üzerinde koyu mavi bir kot var, onun üstünde de bir t-shirt. Yaşından büyük gösteriyor.

Evden çıkıyor çocuk büyük bir soğukkanlılıkla, bu sefer unutmadığı ev anahtarı ona güven veriyor. Adım adım gidiyor çapraz apartmana, gergin bünyesi zile basarken derin bir nefes almasını emrediyor, emirlere hiç karşı gelmiyor çocuk. Burcu çok daha rahat, onun için durumda bir problem yok, arkadaşı geliyor altı üstü. Çocuk Burcu'yu görüyor, yine dolaşıyor eli ayağı, Burcu ondan çok daha olgun duruyor şu haliyle. Neden pantolon giymedi ki hem, neden annesi çamaşırları cumartesi yıkamak zorundaydı ki hem, neden her iki güne bir pantolon düşücek kadar azdı ki pantolonu hem..
İlk adım, ilk şok oluyor, maviş isimli kanarya geleneği, bu evde daha evin antresinde çocuğu buluyor. Ötmekden ziyade baya baya ciyaklamaya başlıyor kuş. Burcu yanına gidiyor kafesin, çocuğu da alarak. Elini uzatıyor, kuş kafa atıyor eline, Burcu gayet bilmiş bir edayla su koyalım şunun suluğuna diyor. Çocuk gülümsüyor, yıllardır hayvanlardan korkar oysaki, deplasmanda oynaması yetmiyormuş gibi bi de üstüne çalışmadığı konudan sormadan başlıyor karşısındaki zalim. Dayanamıyor çocuk, o da elini uzatıyor tüm güveniyle, sempatik bir dokunuş beklerken parmağı acıyor beklemediği şekilde, bağırıyor istemeden, Burcu gülüyor, maç erken gelen golle, kontrolden çıkıyor.

Biraz televizyon izliyorlar, çocuk tsubasa beklerken, hiç izlemediği bir Maxi Tv çizgi filmi çıkıyor karşısına, fakir ama gururlu genç, fabrikatör kızıyla maç yaptığını şimdi farkediyor. Tarık Akan yerine İlyas Salman olduğunun farında değil o zamanlar. Çok uzun sürmüyor bu evre, çocuk kontrolü ele almak istiyor, hadi ders çalışalım diyor ki kıza dediğini yaptırabilsin. Kız peki diyor nazikçe, çocuk ikinci golü kendi kalesinde buluyor. Ders çalışma faslı pek stresli oluyor ikisi içinde, saniye başına kelime okuma hızındaki fark sayfa sonu stresi oluyor ikiliye, sayfayı ne zaman çevirmeliyim, onun bitimesini beklerken ne yapmalıyım gerginliği bir çok bekleyişten beter sıkıntıya sokuyor çocuğu. Çocuk odayı izliyor, kızın sayfayı bitirmesini beklerken, iğrenç Türkçe dersi kitaplarının en uzun parçasına denk geliyor, haftalardır beklenen buluşma. Dört sayfalık parçanın ikinci yarısında çocuğun ukala bakışlarından rahatsız olan Burcu, ben en iyisi yiyecek bir şeyler getiriyim diyor, mutfağa gidiyor. Çocuk, kızın renkli kalemlerine bakıyor, kendi defterlerine kırmızı kalemi babasının zoruyla sürterken, kızın bu kadar renkli kalemi olması çocuğa garip geliyor. Bacak bacak üstüne atmayı deniyor ardından, oturduklarından beri salladığı ayağının topuğu, her gidiş gelişte sürtüyordu halıya oysaki. Topuk pembesi bembeyaz çoraptan çok net bir şekilde görünüyor bu sefer. Adrenalin, böbreküstü bezinden salgılanmıyor, resmen bezler parçalanıp damarlar adrenalin taşımaya başlıyor. Önce kapatmaya çalışıyor eliyle deliği bir anlık panikle ama, nafile. Çaktırmamaya çalışıyor elinde bir tepsi, üzerinde iki bardak kola ve kahverengi porselen, cam arası bir maddeden yapılan yarı saydam tabağın üzerindeki pöti bör bisküvilerle Burcu geliyor.

“Ne oldu? Neden kızardın?” diyor Burcu, hasta karizması yapmaya çalışıyor çocuk küçücük beyniyle. Yemeye başlıyorlar bisküvileri, çocuk kolaya bandırıyor, oysaki kolayı emmiyor o lanet bisküviler çayı emdikleri gibi, olmuyor, çocuk da vazgeçiyor. Kelime tanımlarını yazmak için ilk kalem alma müdahelesinde, güne zaten loser başlamış çocuk, bir kez daha kaybediyor, bardak devriliyor şortunun üzerine, bacaklarına. Burcu koşup banyodan bir toz bezi getiriyor, toz bezi toz kokuyor. Centilmenimiz alıyor toz bezini şortunu ve bacaklarını siliyor, anlık şaşkınlıkla ayağını da kaldırıyor, beyaz pembeyi gizlemiyor. Gözgöze geliyorlar Burcu'yla, çocuk kızarıyor. Yerin dibine girmekten ziyade, yokolmak istiyor o anda. Devam ediyorlar ardından ödeve sanki hiçbir şey olmamış gibi, adrenalin ter yapıyor çocukta. Diz ekleminin arkasındaki ıslaklığı hissediyor çocuk, kola yüzünden yapış yapış, dünyanın en rahatsız insanı “Okuyalım, Anlayalım” sorularını cevaplıyor hem Burcu için hem kendi için.

Teşekkür ediyor ardından, kıza her şey için. Gidiyor evine doğru, pembe topuğu bilinmeyen marka halısaha ayakkabılarına temas ediyor, babasına neden Lescon bulamadıklarına kızdığı günü hatırlıyor, suratı kıpkırmızı, öğleden sonra ders var, onun öncesinde baba öğle tatiline işten gelip yemek hazırlayacak çocuğa. Burcu kapıyı kapatana kadar, gayet yavaş yürüyor çocuk, kapı sesi geliyor, çocuk koşuyor. Merdivenleri dörder beşer iniyor. Kendi apartmanın merdivenlerine ise ancak ikişer ikişer çıkmasına izin veriyor vücudu. Çok ses yapıyor ama umursamıyor, tek sayılı merdiven yüzünden son basamakların iki tane yerine bir tane kalmasına dahi çok bozuluyor. Gözleri dolu dolu, çoraplarını çıkarıp çöpe atıyor, mutfak musluğunda temizliyor burnunu. Odasına gidip önlüğünü giyiyor. şortunu değiştirmiyor, ayakları çıplak babasını bekliyor. Sessizce yiyorlar yemeklerini, baba çocuğu öpüyor, işine gidiyor, çocuk yürüyor okula tek başına baklava dilimli çoraplarıyla. Bakmıyor hiç Burcu'nun yüzüne, başka mahallelerde maç yapıyor akşamları..

“Fıçiuuvv”..

Gözlerim donmuş merdiven iniyorum, son basamak bitmiş olmasına karşın inmeye çalışıp sendeliyorum. Sendelediğim an kendime geliyorum. Asıyorum dersimi, odama koşuyorum..

Sorgu

+ Neye benzedi yaşadıkların?

- Hmm.. Şey.. Bilmiyorum aslında. Benim benzetmelerim, benim yaşadıklarımdan olucaktır en nihayetinde. Hazır çorba gibiydi. Tutturamadım hiç kıvamı, hep kaldı tencerenin dibinde bir miktar tortu. Ama, hep sen vardın, sen temizleyeceksin beni diye düşündüm.

+ Şu konuda anlaşmalıyız ki, ben yoktum. Var olan sendin. Beni sen yarattın ve biz sadece ufak bir parçasıyız O'nun. Hepiniz öyle korkuyordunuz ki kendinizden, sığınaklar inşa ettiniz cümlelerinizin yanınızda, sıkıştığınızda saklanabiliceğiniz. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, beni de sığınaklarınıza bekçi yapıcak kadar küstahlaştınız, üstelik o sanarak. Varlığınız, yokluğunuzun hatasıydı ama özünüz kendi suçunuz. Başka neler yaşadın?

- Aslında ben, biz çok daha uzunuz. Yani evet, haklı olabilirsin tüm bu sığınak konusu hakkında ama, benim gibi insanlar binlerce yıldır nefes alıyor. Doğru anlatıp anlatamadığımdan emin değilim ama, aslında başka sığınaklarımızda oldu bizim. Mesela ben, ben sevdim. Sana, yani O'na, dua etmekten çok seviştim, hatasız oynayabilirim sandım ki az hata yaptım.

+ Bana hala yalan söyleyebiliceğini düşünüyorsun değil mi? Zihnin sana kullanman için evrildi. Küçük ömrünü küçük yalanlarınla geçirdin. Oysaki egon sana hep büyük olmanı emretti. Her yalnızlığında aynaların kırıldı. Hiç umursamamaya çalıştın. Az sonra geldiğin yere, yokluğa geri dönüceksin oysaki. Sevgin çok hormonaldi küçük adam, kendi ürettiğiniz 100 mg lik kapsüllerdeki ilaçlardan daha fazlası hiç olmadı vücudunda aşka dair. Kendin söyledin yalanı, kendin inandın ardından. Üremek, iç güdündü. İnanmadın, kılıf yaptın üzerine, oysaki o kapak, ancak içindeki hediye olduğu sürece anlamlıydı. Kaybetmekten korktuğun için hep kaybettin. Mutluluğa şartlandın ki mutsuzluğunun resmi oldu. İsyan ettin kimi zaman, komiktin. Korkaklığını sindiremedin.

- Saçmalıyorsun!.. Ben hiç korkmadım!.. Korktuysam da, sandığın gibi soysuzca değil. Birisi bir yalan uydurmuş olabilir, neden yapmıştır bilmiyorum. Ama böyle yürüyor dünyada işler. Biz, birbirimizden etkileniyoruz. Bir şey yapamazdım çocukken, susup öğrenmekten başka bana kim seçenek sundu ki hem?! Herkes sana dua ediyordu. Herkes dünyanın en tutkulu aşkını yaşamaktaydı. Filmler izlettiler, kitaplar okuttular. Evet, şartlanmış olabilirim ama bunun için bana bağıramazsın! Hem madem biz O'yuz, bütün bunlar O'nun suçu, buraya geleceğimizin farkındaydı O, bizim zayıflıklarımız O'nun zayıflıkları aslında!

+ Yaratık olmayı fazlaca kabullenmişsin küçük adam. Hala suçlu arıyorsun büyük resim için. Oysa bir günah keçisi hiç olmadı. Sen kendinin mahkumusun. Ayaklarına bağladığın zincirlerdi, dört bir yanını duvar yapan ve o zincirleri sen taktın. Belki işin daha zordu kendi türdaşlarından ama bu gardiyanlığını yaptığını sandığın hapishaneden hiç çıkmadığın gerçeğini değiştirmez. Ve dışarda yarattığın benim için herhangi bir mahkumdan farkın yok küçük adam. Üstelik yaptıklarını herhangi bir nedene bağlamadın öyle değil mi? Yani, elbet kısa vadeli küçük hesapların vardı, ama yaşamak için hiç sebep aramadın, düşünmeyerek kurtulabiliceğini sandın belki de ama, neyi düşünmediğinin hep farkındaydın.

- Öbür dünya diyorlardı. Öbür dünya için yaşıyor olabilirim aslında... Sınavdı işte biliyorsun. Annemiz ölürdü, bunu zor bir soru olarak algılardık, biraz üzülürdük elbet ama, yapamadığımız soruları boş bırakma hakkımız vardı sınav kağıdı elimizde olduğu sürece. Doğruyu bilen, doğru davranırdı. Doğruyu babamızdan öğrendik, o kimden öğrendi soramadık. Ödül vardı. Dilencilere para veriyorduk, çünkü bu onu mutlu ediyordu. Birini mutlu etmek sevaptı. Sevap ise huriydi. Yalan?.. Düşünmedik. Beni zorluyorsun.. Yürüyordu ama işte, birilerini kurban ediyorduk elbet ama, baksana dönüyor dünya. Ertesi gün masama bir çiçek konulucak iş yerimde, bir hafta sonra ise başka biri oturuyor olucak. Çark dönücek, sen neden rahatsızsın?..

+ Bak yine dediğim yere geldin. Neden mutsuzdun hatırlıyorsun değil mi? Hani amaçsızlıktan yakınıyordun daha iki hafta öncesinde arkadaşlarına, damarlarında dolaşan alkole rağmen. Hadi gör artık küçük adam! Öbür dünyayı görmediğiniz sürece buna inanmanız mümkün değil, bilim adamları her geçen gün rüyalarınıza bir çizik daha atmaktayken, senin gibiler hep çoğalıcak. Yürüyor dediğin sistemin kurbanları her geçen gün çoğalıyor. Bir gün kaybedenlere daha fazla çarpıyor olucak sistem, o gün kaosunuzu yaşayacaksınız. Üstelik yok olamayacaksınız, baştan başlıcaksınız filme. A, bak ne dedim? Yok olmak... Hiç düşündün mü küçük adam, dilenciye para vermeni iyi yapan şeyin aslında dilencinin kötü durumu olduğunu? Hiç düşündün mü, karanlığın aslında ışıksızlık olduğunu? Hiç düşündün mü, varlığını?..

- Ne diyorsun?.. Anlayamıyorum..

+ Sen, küçük adam, var olma sebebin, yok olma eğilimindir. O yokluğu ister, evren ilerde küçülmeye başlıcak yeniden, maddesel formun O'nun hiçliğine dönüşücek, bu dönüşüme katkıda bulunmaktan başka bir şey değil senin misyonun. Her biriniz küçük birer evrenlersiniz, aradığınız şey sizi yaşatan. Ve hep dışarıda hayal ettiniz, kiminizin huri rüyalarıydı, kimilerinizin popularite merakı, ego problemleri. Aynaların kırılmasının sebebi sensin oysaki küçük adam. Aradığın şey kendi içindeydi. Koskocaman bir evrende, mutluluğu elde edemediklerine bağladın. Bekledin. Ama hiç denemedin. Hayatının en büyük korkaklığı, aslında en büyük cesaretindi. Kendini bulabilenler çok çok azdı aranızda, bunlara gerçek mesihler diyoruz. Dünyanın en güzel sanat eserlerini yarattılar, en güzel binaları diktiler. Eğer illa bir sınav diyecekseniz yaşadıklarınıza, kazananlar sadece gerçek mesihlerdi küçük adam. Sizler figüranlarıydınız oyunun ve şimdi sen selam bile vermeden seyircine yok olucaksın. Boşa harcadığın ömrünün üzerine üzülemiyeceksin bile merak etme, sen hiç yaşamadın zaten küçük adam, hayatta kalmakla yaşamanın farkını hatırlıyorsun değil mi o çok sevdiğin dizelerde?

Geveze

Kafamızdaki kalıplarla yaşıyoruz. Hepimizin bildiği aksiyomlarımız var hayatımızda. Küçük kurbanlarından biriydim bunun ülkenin “Doğu”sundan “Batı”sına göç ettiğimizde. Zordu elbet yeni bir yere gelmek ama en çok insanların coğrafya coğrafya ayrıldığını farkettiğimde şaşırmıştım ben.
Sokakta oynamanın, televizyon izlemekten daha cazip geldiği son nesiliz biz. Eşyalarımızı yerleştirir yerleştirmez, içimdeki tanımlanamayan ağırlık beni dışarıya, sokağa doğru itiyordu. Üç gün sürdü, “tek başına yapabilme” gururu, attım kendimi toprak sahaya. Her sokak maçı, o sokağın çocuklarının popularite testiydi. İsmini bilmesem de bunun böyle olduğunu biliyordum, o yüzden pek koymadı kaleye geçmek ilk seferinde.
Yeni ortamda konuşmaya başladığın an, senin orada gerçekten var olduğun andır. Zorlamadım uzunca bir süre, sadece sordular, sadece cevapladım. Okul zamanları geldi, “Doğu”nun “Batı”ya verdiği kurban, okulun pedagojik boyutu hiç düşünülmeden yaptığı sınıf sıralama sisteminin en altına yerleştirildi. Yine sustum, sordular cevapladım, bir karış ilerisi değil. Sorulan sorular kağıttayken daha başarılı oluyordum. Beyaz üstüne, turuncu yuvarlakların içini doldurmak, bana pek zevk vermiyor olsa bile, iyi yapabildiğim bir şeydi. Doğru yuvarlakları boyama oranın kadar adam yerine konulduğunu farkettim ve adam yerine konulmanın sonucunun o eğitime en aykırı sıralamada en üst basamaktan ötesinin olmadığını da.
Yeni ortamın içinde, bir başkası kaldırmam için çok ağırdı. Çok ağladım, ama hep sustum. Neler konuştuklarını anlamaya çalıştım. “Konuşmadan, dinleyin!” diye bağıran hocaların bir bildiği vardır elbet dedim. Sessizce beklemeler mantıklı sanıyordum. Konuşanların neden konuşanlar olduklarını hiç sorgulamadım. Çok biriktirdim, biriktirdiğimin farkında olmadan çatlattım sabır taşımı zihnimin derinliklerinde. Tek cevap verdim, sesimi yükselterek, öfkenin hitabet sanatı olduğuna inanmadan öfkelendim ve ben öfkelendikçe de dinlediler. Konuşanlardan biri olmanın doğal seçilimle değil kendi verdiğimiz kararla gerçekleşebiliceğini gördüm öfkebaz aynamda.
Ardından, konuştukça anlamayı, daha çok konuştukça daha çok dinlemeyi, fikirlerimi sesli hale getirdiğimde anlamlandırabilmeyi çarptı zaman suratıma. Hiç susmadı o günden bu güne bu ağız, anlayabilmek için, dinleyebilmek için öfkelendi kimi zaman. Ama hep bir heykeltraş asaletiyle şekillendirdi fikirlerini ses tellerinde..

Romantik

Romantik bir dünyada yaşıyordu her ikisi de. Evet, belki hayatları için bunu söylemek pek doğru olmayabilir ama, oturdukları kent, çalıştıkları binalar, yaşadıkları evler kendi romantizmini yürütmekteydi içten içe. İnsanların nesnelere duygusal anlamlar yüklediği günlerdi. Tayyör giyen kadınlar, takım elbiseli adamlar, sokak arasına kurulmuş taştan kalelerle top oynayan çocuklar, yazmalı anneannelerin, babaannelerin olduğu bir zamandı. Ne çok eski, ne çok yeni.
O mükemmel anı bekliyordu her ikisi de, birbirlerinden çok zamanı beklemekteydiler. Kendilerini hayatın verdiği tek jokerin geleceği eli beklemeye adamışlardı. Aynı mahallede soluk alıp veren iki çocukluk arkadaşı, hayatlarının nasıl şekil alabileceğini hiçbir zaman tahmin edemezlerdi. Neşe, bugüne kadar Ahmet'i hep bir kardeş bir abi gibi görmüştü. Ahmet abiliği bilirdi, Neşe'ye sahip çıkma dürtüsü, iki ailenin eski bir dosta uğramak maksatlı gittiği akşam oturmasında Neşe'nin oyuncağını zorla elinden alan evsahibinin çocuğunu hırpaladığı güne dayanmaktaydı. O gün için sağlam bir dayak yemişti babasından ama, belki de içinin hiç acımadığı tek dayaktı o. Neşe güvenin ne demek olduğunu, birilerine sırtını yaslayabilmenin nasıl bir rahatlık olabiliceğini yine ilk kez o gün anlayabilmişti.
Bu iki ailenin güzel kızı ve güzel oğulu yıllarını beraber geçirdiler. Sokakta beraber ip atladılar, yeri geldi beraber top oynadılar. Ahmet sahip çıktı Neşe'nin en bunalımlı gençlik zamanlarında ona. Neşe'yle birlikte yazdı ilk sevgilisine aşk mektubunu Ahmet. Neşe Ahmet'in ceketini giyerdi üşüdüğünde kışın okuldan dönüşlerde. Aralarında bir yaş olsa da Ahmet hep küçük kız kardeşi gibi sevmişti Neşe'yi. Ta ki, yalnızlık bunalımları Ahmet'in yüzüne birer birer çarpmaya başlayana dek.
Yirmili yaşların artık suratlarına iyice yakıştığı yıllardı. Ahmet 26, Neşe ise 25'indeydi. Ahmet ister istemez, Neşe'nin artan haftasonu gezmelerinin farkındaydı. Ne kadar kendi 3 5 arkadaşıyla çilingir sofrası açmaktan geri kalmasa da her cumartesi, aklı bazı bazı Neşe'de kalmaktaydı. Yıllardır içine işlemiş koruma dürtüsü, yavaş yavaş sahiplenme dürtüsüne doğru dönmekteydi. Üstelik sürekli aynı adamlarla, aynı muhabbetleri yapmak keyif vermemeye başlamıştı, her hafta kendini rahatlatmak için aldığı alkol miktarı vücudunun alkole alışkanlığıyla beraber artmaktaydı. İş yerindeki bütün dalgınlık anlarında kendini Neşe'yi düşünürken buluyor, şeytanın işidir deyip savuşturuyordu. İyiden iyiye korkmaya başlamıştı olmaması gereken şeylerden..
O gün de yine böyle bir cumartesi günüydü. Neşe'nin üzerinde beyaz üzerine mavi çiçek desenli bir elbise vardı. Desenler küçük çizildiğinden uzaktan bunların ne olduğu pek anlaşılamıyordu. Yine hiç boya sürmemişti yüzüne, beyaz teni, buğday sarısı saçları ve ela gözlerinın arasında yeterince güzel durmaktaydı. Elbisesinin eteği dizinin hemen altında bitiyor, süt beyazı incecik bacakları, yine beyaz ama rahat görünümlü keten bir ayakkabıyla son buluyordu. Saçlarını açmıştı Neşe, gidiceği yeri bildiği her halinden belliydi. Ahmet ne tesadüftür ki çok erken kalktı o sabah. Kahvaltısını annesiyle beraber ettikten sonra geçti pencerenin yanına, televizyona ajans var mı diye göz atmaktaydı şans eseri sokağa bakarken Neşe'yi gördüğü anda. Bir anda ne yapıcağına karar verdi. Dün akşam eve gelir gelmez, ilk iki düğmesini açıp gerisini sanki bir kazak misali üzerinden çıkarttığı gömleğini yine aynı yöntemli üzerine geçirdi, pantolonunu giymesinin ardından kemeri kapatmaya sabrı yetmedi. Annesi evden çıkar diye alel acele bir anahtar attı cebine, yine bağırmayı unutmadı banyoda çamaşırları merdaneden geçiren annesine “Ben çıkıyorum!!” diye..

Özlem

Bugün yağmur yağdı delicesine buralara.. Odama girip de tek hamlede çıkardığım pantolonumun bel hizasına kadar gelmiş çamurlarını görüp sinirlendim hafiften, yürümek çamaşır yıkama zorunluluğu oluşturmamamlı gibi geldi. Köyü hatırladım bir an için, oralarda da çok yağmur yağardı, az koşmadım yapmurda deliler gibi ben..

Fakat farkediş pek yaramadı bana, çamurların renginin artık gri olduğunun farkında mı acaba insanoğlu merak ettim bir an için, gerçi farkında olsalar da sanırım kimse benim kadar önemsemezdi bu durumu. Köydeki çamur izlerini de hatırlıyorum halbuki, kahverengiydi, belki kahveden bile daha kahveydi. Bugün burnuma hiç toprak kokusu gelmedi benim, evet bir şeylerin kokusunu alıyordum ama, toprak o değil biliyorum. Bu, toz olmalı ya da başka bir şey.

Sırf betonlara toprak kokusu yerleştirebilmek için inşaat mühendisi olmak istedim. Bütün binalar üstüme üstüme geldi, bütün bulutlar omzuma bindi. Yağmuru sevemedim betonların üstünde, topraklara yaparken temizlemeye yeterdi gücü, çünkü ordakiler kirletmezlerdi kendini yağmurun temizleyeceği kadar, oysaki bu gün yağmuru sadece mazgalların arasından şehir kanalizasyon sistemine dökülürken gördüm. Oysaki toprak emmeliydi bütün suları, ben öyle görmüştüm suların arasında, acaba nasıl temizlenicek üstüm diye düşünmeden koşarken.

Şehir manzaraları, garip telli lambalardan çıkan düzensiz ışıklar olalı çok oldu. Nasıl da hemencecik sevdik o manzarayı, gökyüzündeki yıldızları yine sayamamak istiyorum halbuki ben. Her ışık kaynağının beni toprak kokusundan uzaklaştırdığını bilmek, o ışık yumağını ne kadar anlamsız kılmakta anlatamam. Halbuki ben zıplayıp bir bir yıldızları yakalamak istiyorum, ayın evrelerini okulda öğrenmek değil, izleyerek görmek istiyorum. Ne kadar yalancı oldu her şeyimiz..

Şehirler uyuşturu etkisi yaptı bedenlerimize, ne güzel yaşayıp gidiyorduk oysaki, çok sevdik önceleri şehirleri çok modern geldi patronlarla çalışmak, mermer yollarda yürümek, yürüyen merdivenler kullanmak ya da hazır yemek yiyebilmek. Şimdi kendi tozumuzda boğuluyoruz, geri dönülmüyor burda ise yaşanmıyor. Artık o binalar da eskisi gibi hayranlık verici değil üstelik. Arnavut kaldırımları ne kadar düz olmasa da toprağın tadını vermiyor sanki. Boğazımızda şehrin tozunun verdiği gıcık, kaçmak için bahane arıyoruz.

Benzin kokusu ve uhu kokusu çoktan kaptı papatyaların yerini. En son ne zaman bir ağaçtan meyve kopardık acaba, en son ne zaman sofrada fırından çıkmış ekmek yerine, ocaktan çıkmış yufkalar vardı. Çok garip bir bağımlılık yarattı şehir bünyemizde, atamadık, atamıyoruz. Kime sövmek gerek acaba, kime kızmak?

Gitmeler

Müzikten sanattan uzak bir ortamda büyümek, insanlara garip bir sanat anlayışı kazandırabiliyor. İlk olarak kendisinin yapamayacağı bütün sanatsal ürünleri beğenerek bu anlayışa sahip olan bünyem, yavaş yavaş enteresan bir hal almaya başladı, neyse.
Sanatsal ortamdan uzak bir dünyada, genel olarak bir köşe başında, kolları dirseklerinden bükülmüş gözlerinin üstünde ya da belinin üstünden kendi ağırlığı kadar insanları atlarken izleyerek birdir bir amelesi olarak geçirmiş çocuklar için müzik de bir o kadar yabancı bir o kadar değişik gelmiştir. Nitekim her askeri lojmanın bir ve ya iki tane olan müzik kanallarında çalan şarkılar hala kulaklarım çınlamakta, hiç bir şeyi o kadar istemsiz ezberlemedim zaten ben hayatımda.
Ankara’nın buz gibi ayazında 3 4 gün öncesinin karları, dünyanın en soğuk güneşlerinden birinin altında çamur olmaktalar, bense sabaha “bu sabah yağmur var istanbulda” diyerek uyandım. O tırt çocukluğum boyunca ismini hep karıştırıp, hangisi grup gündoğarken, hangisi mfö bilemediğim üç tane adamın siyah beyaz görüntüleri geldi aklıma, ensemde bir soğukluk hissettim, boğazdayım, bir vapurdayım sandım.Gözlerim dolu dolu oldu, ben bilemedim nedenini.
Gitmek istediğim yerin ismini bilmediğimden, kendim hayaller kurdum yıllardan beri gidemediğim yerlere, ben çizdim boğazı, ben çizdim deniz kenarlarını, ben çizdim bütün İstanbul’u. Memleketimi sevemedim, neresi memleketim bilemedim yıllarca, yollarda hatırlıyorum bir çoğunu her şeyin.
“insan memleketini niye sever
başka çaresi yoktur da ondan
amma biz biliriz ki
bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir
burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir
amma dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir “
Yazmıştı Yılmaz Erdoğan kimbilir neyi düşünerek, ben sevemedim, zor geldi bozkırı sevmek, yapamadım.
Gitme dürtüsü belki de bu yüzden var içimde. Bu şehirde yaşadığım her hayal kırıklığı için bu topraklara küfrettim, hep burayı suçladım. Bembeyaz karlardan sebeplenen çamuru değil de sabah yağan yağmuru istedim bu sabah bir kez daha.
Mahçubum o karlara, hiçbirinde suçlu değiller biliyorum, hiç bir küfrü haketmediler belki de.. Kendimi buraya karşı suçlu hissettiğimden gitmek istiyorum belki de, koskocaman ovayı çok hor gördüm. Tavşan dağa küstü, dağın haberi yine olmayacak. Oysaki tavşan farkında her şeyin bu yüzden gitmek ister bu dağlardan, bu yüzden hep dağı suçlar, dağa kızar.
Ankara’ya çok borçluyum, bu yüzden gitmek istiyorum, sindiremediğimden..
Özür dilerim.

Yorgunluk

Bu gece kendi sayıklamalarımı dinledim bir süreliğine..Yalnız çıktığım herhangi birinci otobüs yolculuğunda kafamı dayadığım camın çarpıntılarının verdiği armağanları tuttu zihnim, mırıltılar damla damla saçıldı dudaklarımdan. Yıllardır, boynumda asılı duran melankoli çuvalını çıkaramadım bir kez daha kafamdan, tavana bakmaya gücüm yetmedi. Mız mız olmak istiyorum doya sıya sanırım, sızlanmak istiyorum, bütün dünyanın benim baldırlarımın ağrımasına üzülmesini, benim işlerim yoğun diye bana hayran kalmasını istiyorum.
Kendi dertlerimi unutmak için her zaman farklısını bulduğum kaçışlara bir yenisini ekledim, camı açtım. Çok zeki insanoğlunun, milyarlarca kilometrekarenin en boktan yerlerinde yaşayabilmek için icad ettiği kalorifer sıcağına çok ters düştü kemiklerime işleyen soğuk. Bunaldığım anlarda çirkefleştiğimi, huysuzlaştığımı farkettim. Ağrıyan belimden kendimi bıraktım boşluğa, “ya düşersem” korkusuyla pencerenin çerçevesine sımsıkı tutunan ellerimle düştüğüm ironik hale gülümseyerek, gün içinde aldığım en derin, en soğuk nefesi tütün tesirini daha yememiş ciğer boşluklarıma doldurdum.
Küçücük kar parçalarının burnum civarında yaptıkları akrobatik hareketler gıdıkladı bütün vücudumu. Kahrolası ağrı bir kez daha nefret ettirdi vücudumdan beni. Fazla dayanamadım, yakalayamadım tek başıma ne yağan kardaki romantizmi ne de pencereden ayaklarını sarkıtan çocuktaki karizmayı. Yalnız olmanın kendi seçimim olduğunu da, kendi seçimlerime kendimin karar vermediğini de farketmişliğim sardı her yanımı. Seçimlerimle ilgili düşündüklerimden de nefret ettim, nitekim 5 dakikaydı en uzun düşünebildiklerim gece boyunca.
İnsanlarla iletişim ağlarımın hepsini kopartmanın yeterince iyi bir dikkat çekme metodu olmadığını yarım saattir, son üç gündür durduğu gibi duran telefonum kanıtladı bana. Gereksizliğimi farkettim bir kez daha, 6 milyar insanın neler yaptığını anlatıp da bir salak da bunu okuyor yazan kartpostal geldi gözümün önüne, bu salak gülümsemelerden bıktığımı farkettim, yazmaktan da sıkıldım zaten. Kar yağmaya başladıktan yarım saat sonra kar kürümeye başlayan araçlardan nefret ettiğimi farkettim, ne kadar salak çözüm önerilerimiz var, bir türlü anlayamadık, sorunu silmekle sorunu çözmek arasındaki farkları.
Kış başlamadan yormakta bünyemi, kafamı toparlayamıyorum, deliriyorum acı çekiyorum. İlgi çekmek istiyorum, en yakındaki kıza sımsıkı sarılmak istiyorum, sım sıkı, kemiklerini kırarcasına, öpüşmek istiyorum birileriyle, değiştirmek istiyorum hayatımı, dünya umrumda diil, isterseniz her yerinize her şey bağlayabilirsiniz.. Ben çok bunaldım.

Gitmek istiyorum..

Sancı

Sadece yürümek istiyordu. Elleri lacivert paltosunun cebinde, başı kırk beş derece, gözleri yerde… Hiçbir zaman farklı olmamıştı nitekim; bu şehrin sokaklarında barların kapanma saatiyle dışarı kovulan insanlar hep aynı kaldırımları izlerdi, o sadece onlardan biriydi.
Anlamsız bir sokağın en gergin bölümüne yerleşmiş lüzumsuz bir apartmana girerken, dairesine doğru, merdivende fark ettiği on lirayı seri bir şekilde cebine koydu. Sanki kendi düşürmüş gibi. Aslında aldığı on lira, bu güne kadar sokaklarda düşürdüklerinin, kaybettiklerinin yanında hiçbir şeydi, on liraya satın alabileceği nefes miktarını düşündü, oksijeni bünyesi kabul etmeyeli çok olmuştu. Bok olmuştu. O günlerden birinde, parlak kahverengi masanın üzerine dolma kalemin ucuyla kazıdığı dörtlüğü okudu tekrar:

“Görmüyorum gelenleri bakarken gidenlerin ardından
Aşamadığım bir duvar var, inemiyorum da
Asılı kaldım havada, sözlerim havada inancım yerlerde kaldı
Yanımda kim var, içime ne doluyor, niye böyleyim?”

Ne alakası vardı… sahneleri hatırladı birer birer. Beyninde yoğunlaşan alkol molekülleri ağrı yerine acı vermeye başladı bir kez daha, midesinin bulanmasını gözünün önünden geçen sahnelere borçlu olup olmadığını düşündü, ödenmemiş borçları ağzına geliyordu birer birer. Yaşamın üç milimetrelik kurşun parçalarıyla paramparça edilebileceğini, çocukluğunda gözlerinin önünde annesinin kanları akarken fark etmişti zaten, tetiklerden uzak tutması kendini, travmatik korkulara dayalıydı bu yüzden. Yatak odasındaki boy aynasının önünde bağdaş kurdu. Siyah koli bandını tam göz hizasına yapıştırdı, eli alışmıştı, bantın boyunun ne kadar olması çıkardığı “cırt” sesinin uzunluğundan anlıyordu. Koli bandı… kendisini ağlarken görmeye dayanamıyordu bir tek. Aynı şekilde girdi konuşmaya gözleri bağlı yansımasıyla:
“Beni görmeden anlat istersen, daha rahat edersin”
“Ben neler gördüm. Söylediklerim burnundan taşar.”
“Hala unutmadın demek.”
“Bir insanın ne kadar çıldırabileceğini gördüm.”

En son ne zaman kestiğini hatırlamadığı tırnakları derisine geçirdi. Yaşadığı acıyla ruhunu geri bedenine çağırmak istedi, her seansta daha çok acı vermesine rağmen kendine her seferinde bambaşka bir sahnede buluyordu kendini. Yutkunma süresi kadardı düşündükleri, devam etti:
“Gördüklerinin seni etkilemediğini düşünüyorum bazen, ufak bant oyunumuz kaşlarımın yolunmasından başka hiçbir işe yaramıyor gibi, tüm hikayeyi istiyorum şimdi.”
“İyi dinle bunu; varını yoğunu, yarını dünü, geceni gününü, özünü sözünü verdin.
İyi dinle bunu; bir kere duydun bin kere dinledin.
İyi dinle; beni sen ettin seni ben yok edeceğim şu an.
Azad, iyi dinle. Bugün hikaye falan yok, bugün hesaplaşma günü, hiç ödemediğin borçların bugün ilk kez sonlanacak, beni azad etmenin bedelini sana yine ben ödeteceğim.”

Seansın başlamasından bu yana hiç ritmi bozulmayan boyun hareketleri, şimdi düzensizleşmişti, Azad bantı bir anda söküp atabilecek kas gücüne sahip olsa da, materyali soyut varlığına eziliyordu. Alnında beliren ter damlaları, yavaş hareketlerini banta kadar sürdürüyor ardından Azad’ ın bileklerine dökülüyordu. Devam etti aynadaki:
“Mutlu olman beni ilgilendirmiyor, sana hikayelerim tükendi. Bu varlığın hesabını ancak yokluğun ödeyebilir Azad, ancak o zaman aqzındaki açlık kokusu bütün vücudunu sarar.”

Azad’ ın gri tişörtündeki ıslaklık bütün vücudunu kaplamaya başlamıştı. Uzaktan bir ezan sesi işitir gibi oldu, bir kez daha kulak asmadı. Beynindeki gramofonu açık unutmuştu Azad bu seansta, nedenleri sorguladı bir kez daha, yine kendine ulaştı, titriyor, terliyordu, O devam etti:
“Kabul et. Anla. Artık koptum senden. Bedenin uyuştukça uzaklaştım. Kendinden nefret ettiğini söyledin ona buna. Bendim oysa senden nefret eden. Tek bir iyilik yap. Son bir iyilik ve bitir o iğrenç bedenine mahkumiyetimi.”

Ağzından köpükler çıkarak Azad
“Sus. Sus. Suuus!” diye bağırdı.
Bedeni kendine geldi. Yanaklarını yırtarak açtı gözlerini. Midesinden uluma sesleri geliyordu. Bir hamlede ulaştı etajerin çekmecesine, hızla açtı. Çıkardı içinden son iki enjektörü. Titremesi durdu. Dibinde az su kalmış vazodan çiçekleri çıkarıp bir küçük paket beyazı döktü itinayla. Enjektörün iğnesiyle karıştırıp ikisine de çekti karışımı sonuna kadar. Turnikeyi acele etmeden sıktı kolunda ve sırayla girdi önceki deliklerin herhangi ikisine iki enjektör. Rahatlamıştı, bu tamamdı. Son bir gayretle buğulanmış pencereyi açıp on lirayı bıraktı aşağıya. Borcu kalmamıştı artık hiçbir yere. Daralıp incelen damarların çatlaması rahatını bozması morfin etkisinden ötürü. Şişen beyin zarı da koymadı. Uzandı kırmızı kanepeye ve bitti.
Belki de kapanan gözlerdi en yeni başlangıçlar.

Üşüngeç Adam

Uyumadan önce dua ettiğim en son günü hatırlayamadığımı farkettim dün gece. İnsanın büyüdüğünü anladığı anlar bazen böyle suratına çarpabiliyor, ellerime baktım, parmaklarımın ilk eklemine kadar olan kısmında ne zamandan beridir bu tüyler var bilmiyorum. Keşke tutup çekebilsem evrenin tanrısını, zamanı.. Keşke anneannemin yanında dünyanın en masum tekerleme dualarını okuyup en huzurlu uykularımı yeniden uyuyabilsem. Zaman üzerinden duygu sömürüsü çok kolay, ben anneannemi özledim.
“Yattım yerime/Döndüm sağıma,soluma/ Sığındım sultanıma/ Melekler gelsin yanıma/ Şahit olsun dinim ile imanıma/ Yattım Allah kaldırasın/ Rahmetine daldırasın/ Can bedenden ayrılırken/ İman Kur’an gönderesin”
İlk öğrendiğim yatak duam budur benim. Köyde annemin benimle yatmak için dedemi oturma odasına göndermesinden mütevellit bir mahcubiyet duygusu üzerimde; gözlerim tavana monteli, ağaç kütüklerde, şimdilerde aynı şeyi dekorasyon için yapıyorlar tabi; anneannem söylüyor mısraları ben tekrar ediyorum. Neyi söylediğim, söylediğim tekerlemenin içeriği değil önemli olan; önemli olan, aklımdaki tek şeyin yarın sabah erkenden kahvaltımızı edip bağa gidicek olmamız, elimde sapanla vurabiliceğim kuşların hesabını yapmaktayım. Zihnimi zorluyorum bir yandan ilk mısraları unutmamak için. Fazla zekiyim anneanneme göre, ilk mısraları unutmadığımı duyunca çok seviniyor. İçim huzurla dolu, derin bir nefes çekiyorum içime, temiz çarçafın, anneannemin ve hemen yandaki mutfağın ocağında en son dün sabah ekmek yapmak için yanmış olan samanların külünün kokusunu duyuyorum, buram buram köyü hissediyorum.
Anneannemi görmeyeli bir yıldan fazla oldu. Aynı şehirde soluk alıyoruz oysaki, sürekli işim var güya, ya da o köye geri dönmüş oluyor ben gidicekken. Dün gece damarlarımda dolaşmakta olan alkolün çarpıntısı zihnimde eski anıları yıllardır hiç dokunulmamış yerinden söküp suratıma çarptı. Vicdanım sızlıyor, keyif almak için yaptığım işler yüzünden kimseye görünmek istemiyorum. Yorganın içinden kafamı çıkarmaya utanıyorum. Belki beş belki on yıl önce çok daha temiz bir yorganda yine sabaha karşı anneannemin göbeğinden hamile olduğunu sanıp, benden küçük dayım mı olucak yoksa diye korkup kahvatıya inemediğim günü hatırlıyorum.
Bir suçlu arayıp ona yıkmalıyım bütün bu durumu, aynaları mı parçalamalıyım yoksa intihar mı etmeliyim? Hiç birine gücüm yok. Güneş bu sabah yine doğdu, hiçdüşünmedim o günü montumu alıp anneanneme koştum. Bir yıl anneannemi kambur yapmış, hala bir dayım olabilir ama galiba. Gözlükleri tıpkı çocukluğumdaki gibi burnundan düşücek gibi oluyor örgü örerken. Bana patik örmüş, sımsıkı sarılıyorum. Bu sefer köyü değil, bütün şehrin kalabalığın karbonmonoksit kaynağının ortasında anneannemi hissediyorum. Vicdanımı rahatlatmak değildi derdim, ben anneannemi özlemiştim. Haftaya perşembeye söz aldım, gözleme yapıcak yine bana; köydeki mutfağın ocağında, saman aleviyle değil bu sefer, dünyanın en kötü mavisiyle boyanmış tüple çalışan sac ocağında.. Yıllar sonra; sokaktan dudaklarımın üstünde kurumuş sümük parçacıklarıyla gelip, anneanneme topladığım çiçekleri veremedim bu sefer, Serap Ezgü’ yü izliyoruz oturup. Kalbim yine hızlanıyor, dün gece fazla kaçırdım alkolü...
Açıktan toplumsal mesaj veriyorum bu sefer, hadi anneannenize gidin, ya da babaanneniz hiç farketmez, gidip sımsıkı sarılın. Vefat etmişlerse bir iki park gezin onlar birilerinin anneannesi oralarda oturuyo, sarılmasanız bile konuşun, halini hatrını sorun.. Hala ilk gün ki gibi bekliyorlar..

Benim Küçük Yorganım

Bazen şu an ki halimin izlerini küçüklüğümde buluyorum. Çoraplarımı, pazardan esofman altı olarak annemin aldığı, ama şu an pijama olarak hizmet veren siyah pamuktan pantolonumun üstüne çektim, kolları kısa gelen ve bana hep alevileri hatırlatan kırmızı gri pijamam, şu an kolları sökük kimbilir kaç yıllık, babamın bekarlığından kalma hırkanın içinde, yıllar yılı nefret ettiğim bedenimin hemen üstünde..Yorganımı boynuma kadar uzattım, o ilk anlık soğukluğu atmaya çalışıyorum, tüylerim, hayır hayır kıllarım diken diken. Ellerimi rahat hareket ettirememin verdiği huzursuzluk bana çok şeyi anımsatıyor, gerildim.

Ben küçükken harbiden çok salaktım, saf değil, salak. Bugünün ürkek üşüngeç adamı, gerek köpekten, gerekse karanlıktan hep gördüğü saçma salak rüyalar yüzünden korktu işte. Aklıma gelince bu gerçek, gergin bünye kendini güvende hissetmeye başladı.. Benim canım yorganım.

Memur aileleri düzenli bir hayat yaşar, sabah beraber kahvaltı edilir, yemekler her gün beraber aynı saatlerde yenir, meyveninde bir saati vardır, televizyon izlemenin de..Bizim ev de böyleydi nitekim. Benim için de özgürlük tohumları bu günlerde bu düzen yüzünden döküldü beynimin içine düzensizce. Kimi zaman yabani bir ot gibi kimi zaman dünyanın en mantıklı ürünü gibi boy göstermekte. İlk küçük isyanım uyku saatlerine oldu. Uykunun karanlığın bir hizmeti olduğunu fark etmemiştim o yıllarda. Küçük ürkek bir beden, o koskoca devasa adamdan, onun gücünden, babamdan, tırsarak sesi kapatılmış televızyonun karşısında kendi onur mücadelesini her Cuma gecesi TNT isimli ecnebi bir kanalda Amerikan güreşleri izleyerek vermeye başladı.

Rol yaptıklarını öğrendiğimde ne kadar yıkıldığımı ben biliyorum. Ama onların rol yağmadığını düşündüğüm yıllarda bile, asıl güreşi televizyonu kapatıp oturma odasından odama zifiri karanlıkta koşarken yaptığımı biliyordum. Işıkları neden açmaz bu salak? Çünkü açarsa, yıllardır ara ara nöbet tutmakta olan “asker” baba uyanır, “asker” baba isyanı sevmez üstelik. Evet, rüyalarımın düşmanları, taşındığımız gün evimizdeki gömme dolaplardan birine giren ve o günden bu yana bizimle yaşayan korkunç bir adamdı. Rüya olduğunu bilir ama yine de tırsardım.Olamaz mı? Olabilir.

Yorgan.. Benim canım yorganım. O lanet herifin gücününün yetmediği iki şeyden biri olan yorgan, diğeri ışık. Işığa çıkamaz o adam, ama ben de ışığı açamam, e dolayısıyla tek kozum yorganım. Zihnimdeki kurallar kitabında en parlayan, en çok göze çarpan kural da yorgana dokunduğum anda dokunulmazlık kazanmam olduğu için koşardım gecenin bir körü yorganıma. Kafamın üstüne kadar çekerdim, ta ki içerdeki karbondioksit alnımda ter damlası olarak belirene kadar. Biraz sakinleştikten sonra alınan bir kaç derin nefesin ardından kafamı çıkarıcak kadar, kollarıma hareket özgürlüğü sunucak kadar cesaretlenirdim elbet, uyku kabuslarla başlasa da hep güneş doğdu..

Sol gözümden bir damla aşağı doğru iner hep böyle anlarda, şu an bir anı bu damla. Üst komşu üç adım attı yukarıda, her adım bir elmaydı sanırım. Bilin bakalım kimler için?