30 Ağustos 2009 Pazar

Zafer Bayramı!

Çok zaferler kazandık,

4 askere eline ceza olsun diye el bombası vermedik, 17 aylık bebeğe 20 kişi tecavüz etmedik, gencecik kızın başını kesip ortadan kaçmadık, hiç din pazarlamadık mesela..

20 kupona inanç satmadık, sarı saçlarımızla yaşımız 40'ı geçince "cumhuriyet" diye bağırmadık, ulusalcıyım deyip, solcuyum deyip faşistlik yapmadık, yaşarken adını bilmediğimiz adamı faşistler öldürünce sanki yıllardır hayranıymış gibi davranmadık, hepimiz o'yuz demedik mesela, ayakkabısındaki yırtıkla böbürlenmedik..

Hiç elimizde kalem var diye ona buna sövmedik, yaş 60'ı geçince mankenlerle fingirdemedik, para için fikrimizi satmadık, döneklik etmedik. Ramazan günü şarap içiliyor diye konser basmadık, kültürümüz için kültür merkezi yıkmadık, turizm diye denizimizi satmadık.

Ya da ne bileyim, kendi vatandaşımıza açılımlar yapmadık, bunu söyleseydik daha baştan ayrımcılık yapmış olacağımızın farkındaydık, laf olsun diye muhalefet etmedik, hiç koltuk sevdalısı olmadık, hiç bir torba kömüre oyumuzu da satmadık, bilmem hangi memlekette "daha da gelmem" diye tribe girip komikleşen liderlerimiz olmadı ki bizim, biz de onunla böbürlenip "helal olsun,lafı nası koydu" diye ortamı mahalle maçına çevirip ertesi gün eenn uzağa giden sidiğimizle övünmedik, bayraklar asmadık "en birinci" olduk diye.

Biz hiç bezlerden kıllanmadık, dünyayı gördüğümüz gibi kabul ettik hep, insanlar bizim istediğimiz gibi olsun diye diretmedik, geri zekalı gibi başkası dedi diye, korktuk diye, ilgi çekelim diye bir taraflarımızı da örtmedik. Bizimle oynanmadı, dalga geçilmedi, olduysa bile farkederdik. etmedik mi? tabi ki ettik.

Rüşvet vermedik, hız limitini aşmadık, hırsızlık yapmadık, mesleğimizin haysiyetini satmadık, arkadaşımızın sevgilisine şuyuna, buyuna sulanmadık, tecavüz etmedik, hiç biriyle savaşmadık, yurtta hep barıştık, cihanla aşık attık. Maç izledik sarılarak, her gole birlikte sevindik. Ah be, 90 da nası taktık. Irağa ayrı Filistine ayrı Afrikaya ayrı bakmadık. Biz hep ezilenin yanındaydık. Yolsuzluk yapmadık, fenerler yakmadık.

Arkadaşımızdan ödev çalmadık, hiç kimseyi kullanmadık. Kimsenin ayağını da kaydırmadık. Üniversite okuyup, hiç susmadık. Her haksızlıkta biz ayaktaydık. Şuna g.tümüz yiyo, buna yemiyo diye seçmedik. 2 ayda güvenlik sertifikası alan adamdan azar yemedik, "özür dileriz abi" demedik. Hep özgürlük nedir bildik, ne de olsa böyle kavramları mürekkebi silinmiş pembe renkli bayrağı bol kitaplardan değil, yaşayarak öğrendik.

Biz hiç, bizden yüzlerce yıl önce yaşamış, adını sanını bilmediğimiz adamların zaferlerini, sanki kendi zaferimizmiş sanıp kutlamadık. Onların zaferinin elimize sunulan bir fırsat olduğunun bilincinde, hep daha iyi olduk. Utanmadan, üzülmeden bayram yaptık.

Ne de olsa biz kazandık zaferleri.

Nice zaferlere.

18 Ağustos 2009 Salı

kendime konuşuyorum..

Sıktı içimizi yazın sıcağı. Hiç anlayamadım sıcağın gavurlarla ilişisini. Zaten tabir de pek caiz değildi.

Topraksız bir fişle bağlanmamak gerek hayata, her taktığınızda kıvılcım atıyor. Zararı yok ama gereksiz gerilime de gerek yok gibi.

Klima soğuğunun baş ağrısı yapmasının sebebi vücudun doğasızlığa olan sitemimi acaba, yoksa çok daha tırt bir gerçekte mi yatıyor işin özü? Klimanın karşısında oturmamak mı gerekiyor?

Bırakmak istediğimizde bırakamayız. Çünkü bağlanmak istediğimizde kurduğumuz zincirler bizden güçlü hale gelir. İnsanın kendinden güçlü bir şeyler yaratması, çok tanrısal bir duygu.

Telefonlarımızı çöpe atsak; belki kimsenin ayrılmaya götü yemez. Olamaz mı? Olamaz gibi.

İyi ile kötüyü TDK'dan daha güzel tanımlayacak olan var mı? Hiç birşeyi değerlendiremiyoruz ki, farklıya kötü demek çok faşizan geliyor. E aynıya iyi demek zaten saçma. Zaten tersi de mümkün değil. Of, yardım.

Felsefe diye onca konuştuğumuz şey hep birer dil oyunundan ibaret. Aslında tanımlasak her şeyi işler güzel olacak gibi. Ama o zaman sır da ortadan kalkabilir. Zaten hiç varolmamış olan sır. Mantıkla dünya açıklanamaz olsun, rica ediyorum bunu insanoğlundan.

Varlık kime bağlı? Var olan şeyler bize göre mi varlar? Yoksa bağımsız varlıklar varlar mı? Yoksa nasıl var olur ki. Yokluk ve varlık kavramlarına yeni kelimeler eklesek ya; sonra da yaşı büyük dil bilimciler, felsefeciler bize ayar verseler öyle kelime mi olurmuş diye.

İki üstteki paragrafa örnekti, bir üstteki paragraf.

Şu soğuktan, sıcaktan dünya ortadan ikiye ayrılmıyor ya; hayret doğrusu. İçinde magma dışında buzul, enteresan bir gezegen. Takdir ediyoruz kendisini.

Para kazanmasak da, para üretsek; olmaz mı o iş?

4 Ağustos 2009 Salı

Zaman yetmiyor ki!


Maymunun iştahı üzerine yaptığımız birtakım öngürleri kendi üzerimde görmenin acısını tadıyorum muntazaman. Hevesli insan iyidir, yenilikçidir bir kere. Mütemadiyen yeni şeylere odaklanmanın verdiği gaz, henüz ücretli değil, üstelik çok verimli. Isınıveriyorsunuz.

Yapacağım, yapmayı istediğim işleri listeleyince tırsıyorum çaktırmasam da, bir şeylerden ödün vermek zorunda olduğunu biliyor insan. Girişimcilik bir çoğumuzun ruhunda elbet ama, giriştikten hemen sonraki aşamayı çoğu zaman bulamıyoruz. Çözüm bulmak istiyorum kendi vantilatörlerim ürettiğim, beynimin kurak topraklarındaki fırtınalarla.(Bu cümle için çok kastım, marifet mi değil. Olsun.)

Yapacağım kelimesi yerine seçilebilecek yapıyorum kelimesinin hayatı kolaylaştırabilitesi çok yüksek esasen. Hemen Descartes'ın 4 kuralı geliyor aslında akla. Gerçi şu an tam emin de olamadım; o, bu muydu ama kaynağın Descartes olduğuna eminim. Şöyle diyor ağır abi;


1-) Öyle hiçbişeyi hemen kabul etmeyeceksin, otur bi soluklan yeğenim. Bir düşün, sorgula, konuyla ilgili önyargılarını farket. One göre hareket et.
2-) Hayatta böyle zor işlerle karşılaşıcaksın. Eğer yapabiliyorsan bölüceksin bunları arkadaş, küçük küçük yapıcaksın. Ne kadar küçük o kadar kolay, unutmucaksın bunu.
3-)Bir çözüm bulmak için sorunlara düşüncelerini de sıraya koyucaksın, yani en basitini çözeceksin, sonra ilerleyeceksin, öyle karizmatik adamım ben diye en zoruyla uğraşmıcaksın, çünkü bir yoldur bu. Sen atlıcam diye uğraşırken adam her basamağa dokunarak düzgünce çıkıverir tepeye.
4-)Ve son olarak, bu adımları numaralandır. Yani eline bi not defteri al, 1 yaz 2 yaz. Şaka yapıyorum ulan. Düşünsel olarak numaralandır, yani sırayı tut. Düşüncelerin belli bir yolda ilerlesin, yani düşünce yolunu kestirmeye çalış. 3 adımı atarken ardından 4 ün geliceğini farket.

Tabi muhtemelen böyle cıvık bir adam değildi Descartes. Ama güzel söylemiş, yani bir bildiği vardır herhalde öyle değil mi?

Pek beyin fırtınası olmadı bu biraz arak bir çözüm, ama sanırım uygulanabilir. Yani atıyorum, dediniz ki tangoya başlıcam, 3 tane websitesini 1 aya yetiştiricem, blog tutucam, 1 ay içinde 4 kitap okucam(çok light bir örnek oldu ama feyz almak için ideal.). Bu sırada da haftaiçi her gün işe gittiğinizi varsayıyorum. Descartes baba napardı?

Ufak sorundan başlardı, napardı yani önce kitap işini düşünürdü. Yolları değerlendirirdi mesela, klozet zamanını değerlendirirdi. Yoktan zaman varederdi. Çünkü kitap okumak fiziksel bir kondisyon gerektirmez, zihninizi ister, böyle yapardı sanırım. Blog için de muhtemelen kitapları kullanırdı, 1 ay için 4 kitap okuyabilirse muhtemelen kitaplarla ilgili bir blog tutardı. Ve kendisine bir hedef koyardı. Mesela akşam yemeğini bloguna yazı yazmadan yememek gibi. Acıkınca kendini yazı yazmak zorunda bırakırdı. 3 websitesi için çözüm muhtemeen plan yapmak olurdu. Önce websitelerini ayırırdı, 3 ayrı websitesi. Ardından bu işleri kendi içinde ayırırdı. Yani 1 tanesi için konuşalım mesela;
1. İhtiyaçların belirlenmesi
2. Tasarım süreci
3. Kodlama
4. Test aşaması
Toplam 4'e böldük, istesek daha da bölerdik. 4x3 tam 12 parçamız var. Muhtemelen Deco(evet, samimiyiz artık) 30 gününü 12 ye bölüp(eşit bölmez muhtemelen) bu günlere ait birer plan çıkarırdı. Ve plan 29 veya 28 gün için olurdu. Tango içinse yapıcağı şey bu aklına geldiği ilk gün bir dans kursunu aramak olurdu. Haftasonu saatlerini ayırır, dener, yapmaktan bunaldığını hissederse bırakmak içinde cebinde yedek olarak bulundururdu bunu.

Sprite'ın acımasız gerçeklerinde biri gibi oldu sonuncusu ama malesef doğru. Bırakabileceğimiz etkinlikler sadece net bir çıkar beklemeden üzerine uğraştığımız heveslerimiz. Küçük bir zaman yönetimi demosu yaptıktan sonra bu yazının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu aklına gelen, heyecan veren her işi yapma konusuna daha sonra da değineceğim.

Görüşmek üzere.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Microsoftie!


Staj günlüğüne kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bütün yaz boyu hiç tatil yapmadan, staj yapma gerçeğiyle yüzleşeli 2 ay kadar oldu. Ve evet, kahretsin, bünyem tatil istiyor. Ama en sonunda bütün yaz için beklenen gerçekleşti, ve Microsoft Türkiye'de staja başladım.

Stajımın ikinci haftasının ilk günündeyim ve sanırım Microsoft Türkiye hakkında ahkam kesicek kadar da buraların havasını soludum. Bir defa hemen aklımızdaki şüpheleri giderelim, burası Başarsoft'tan çok çok daha farklı.

İlk günle başlamak istiyorum. İlk gün saat 9 da işe başlamak için geldiğimizde 5 stajyer de saat 10'a kadar şirketin en soğuk odasında toplantı için bekletileceğimizi bilmiyorduk, haliyle kötü bir izlenimle başladı her şey. Ufak bir hoşgeldinin ardından ofise geçtik. Ofise kartlı geçiş falan görmediğim şeyler, haliyle etkileniyor insan. Gezdik, dolaştık, ofisi tanıdık. O hani filmlerde gördüğümüz, mutlu ve gülümseyerek insanların elini güçlü bir şekilde sıkan, bembeyaz dişleri ütülü kıyafetleri olan adamların sahicilerini gördük. Hatta o kadar ki el sıkıştık :). Bütün bunların ardından kendi masama ancak geçebildim. Bilişim sektörünün hali hazırdaki en önemli devlerinden biri olan şirketin TTNet le internete bağlanmasını beklemek, saçmalık tabi, kendi network'ünden dünyaya bağlanıyor microsoft. Hatta önce İrlanda'ya bağlanıyor, sonra internete dökülüyoruz. Çarşambadan itibaren, çalışanların yapması için fazlasıyla niteliksiz, tam stajyer işi denilebilecek işleri yapmaya başladık. Şimdi kendi işlerimizi geçip Microsoft ile ilgili deneyimlerimi anlatayım.

Atalarımız güzel söylemiş kedi uzanamadığı ciğere mundar der diye. Bugün şöyle bir geriye baktığımda geçmişte microsoft hakkında duyduklarımı düşününce, sözün doğruluğu suratımda gülümsemeye dönüşüyor. Başarsoft'ta yazılımcı abilerden birisi microsoft'ta staj yapacağımı duyduğunda, "onlar Türkçeleştirmekten başka iş yapıyorlarmı ki" diye sormuştu alay ederek. "Öyle herhalde abi, ofisboyluk yapmaya gidiyorum" dedim o gün. Açıkcası çok da farklı şeyler ummamıştım. Fakat şu an gördüğüm şirket kurumsallaşmanın en uç boyutlarına varmış durumda. Yani, öyle basit bir yerde olmadığınızı hemen anlıyorsunuz, insanların üzerinde görünmez bir canlı sanki "mutlu ol!, güçlü ol!" diye fısıldıyor gibi. Ürkütüyor insanı. Bu kurumsal yapı içinde aslında bir çok departman da mevcut ve bu departmanlarda Microsoft sürekli bir çalışma içerisinde. Neden bunun pazarlamasında bu kadar başarısız olunuyor, ya da neden insanların gözünde Microsoft bu kadar antipatik hale geliyor, incelenmesi gereken bir konu. Dışardan bakıldığında Microsoft mahallenin sert mizaçlı(aslında doğru kelimeyi biliyorsunuz) abisi gibi görünüyor, herkes o gelince aman abi, yaman abi derken, o gidince herkes abiden ne kadar bunaldığını ne kadar nefret ettiğini kusuyor gibi. Açıkcası abiyi tanımadan, bilmeden önce bu abi hakkında ben de çok olumlu düşünce sahibi değildim. Fakat tanıyınca insan, aslında bu gücün ne kadar meşakatli bir çalışma sonucu geldiğini görüyor.

Her ne kadar, kapitalizmin, paranın parayı getirdiği bu çağda büyüdüğünüz anda bütün yollar yokuş aşağına dönse de o kadar büyük ve kurumsal bir şirketi ayakta tutmak da aynı büyklükte efor istiyor. Evet, zengin, paralı, ortalamaya göre mutlu bu adamlar dışarıdan kıskanılası,ama aynı adamlar hakikatten zeki, çalışkan, girişken ve sosyal adamlar; yani hele ki yaşadığımız çağı düşünürsek, yaşadıkları hayatı fazlasıyla hakediyorlar.

Kurumsal yapının Microsoft'a kaybettirdikleri de olmuş durumda, şirket içi işlerdeki yavaşlık hatta biraz daha ağır ama hantallık gözden kaçmayacak düzeyde. Ayrıca insanlar arası ilişkilerdeki mesafe doğal yaşam alanını kısıtlıyor. Bir anda herkese gülümseyen, o dişleri bembeyaz insanlardan biri oluveriyorsunuz (Ofiste diş fırçalayanını gördüm ulan!:). Şirketten çıktığınızda maçta küfrediyorsunuz, yalnızken atletinizle oturup göbeğinizi kaşıyabiliyorsunuz ya da ne biliyim gayet insanı bir sürü iğrençlik yapabiliyorsunuz, burnunuzu karıştırıyorsunuz hiç yoksa; ama sanki bu insanlar bunların hiçbirini yapmıyor gibi yaşıyor, öyle bir gerilim var havada. Bunu çözmek gerekiyor, nasıl yapılır bilmiyorum. Yani elbet, hadi ofisçe eller buruna falan yapalım demiyorum, ama bu hani hepimiz terbiyeli pırıl pırıl insanlarız tribinden sıyrılınması gerekiyor gibi. Onun dışında el altında bu kadar olanak varken, sanki daha populist işler yapabilir gibi ya da daha populist reklamlar.

Burda insanlar çok zeki, burda işler çok tıkırında, burda ofis hayatı pek rahat, tahterevallinin kalkan tarafında oturduğunu biliyor insan şöyle bir genel resme bakınca..

Ben anlatmaya devam ediyor olucam izlenimlerimi.. Görüşmek üzere..

Smyrna 3


Dosdoğru metroya koştuk kart almaya, dudaklar kurumuş mideler “uludağ limonataaaaa” diye bağırıyordu. Metronun önünden, ege sıcağına inat olsun diye buz gibi su ve limonatalarımızı aldık. İndik basamaklardan hoplaya zıplaya en serininden. Gişede bulduğumuz formüle yeni eklemeler yaptı metrodaki teyze. Sonunda en güzel çözüm, çoktan çöpe attığımız kentkart çıktı yine. Hem fiyakalı kabuk sahibi kentkartımız oldu hem de 20 kez biniş hakkımız, tek fark artık ceplerimiz daha boştu. Ne pasomuz vardı ne başka gerecimiz ama bir günlüğüne gelinen İzmir’de ellemiyorlardı turiste. Öğrenci parası ödedik heryerde. Metro duraklarında Basmane’yi görüp biletleri almaya karar verdik. Hem serindi de yerin altı, her şey yolunda gidiyordu. Ankara metrolarından farklıydı elbet metro, daha renkli daha hızlıydı, agresif bayan sesi yerine, daha bi şen şakrak hatun kişi bildiriyordu hangi durakta olduğunuzu. İki durak sonra basmaneye vardık, hup diye garın orta yerine çıktık yerin altından. 4 köstebek gişeye gidip en cool halimizle rezarvasyonunu yaptığımız biletleri aldık. Biz biletleri almakla uğraşadururken; Dilan en kımıllı, en film karesi, fotoğraflarımızı çekti yansıyan camdan. Eğer bir gün “Garda” diye bir film yapacak olursak, rahatlıkla kullanabileceğimiz afişlerimiz oldu. Bilet işini hallettikten sonra, yine aynı metroyla dosdoğru Konak’a geçtik. Metroya binmeye gayret ederken ilk kentkart aldığımız andan sonra sürekli yaşayacağımız paso stresini neşeli bi rgüvenlikçi abiyle aştık. Konak’da metrodan çıktığımız gibi koşakoşa iskeleye vardık, karşıya geçicek oraları gezecektik. Aslında vapur bir tur atıp bizi bindiğimiz yere bıraksa belki de hiç umursamazdık vapurdaki denize sıfır dublex yerlerimizi gördükten sonra. Her ne kadar denizdeki kahverengilik insanın içini burksa da, milyonlarca litrelik su inadına mavi geliyordu Ankara grisinden sonra. Martıları gördük hiçbirini yemlemesek de, geze geze izleye izleye vardık karşıya en sonunda. Nedir, ne değildir bilmiyorduk elbet ama iner inmez karşımızda duran cadde gelin burada gezin diye bağırıyordu. Zaten dışardan gelen sesleri dinlemeye fazlasıyla müsait olan biz, kulak verdik bu çığlığa, dosdoğru attık kendimizi caddeye. Akıllarda közde kahve sorusu adım adım arşınladık caddeyi. Önce karnımızı doyurmalıydık, bir çok kafenin bir çok restoranın arasından belki de en güzelini bulduk. Para mühimdi, ki geldiğimiz yer bu önemi gayetiyle kavramış gibiydi. Ankara’da yediklerimize nazaran çok daha ucuza karnımızı doyuracağımızı farkedip verdik siparişleri. Her ne kadar Cansu hafif bir şeyler yemeliyim diye tuttursa da o da kandı dürümün nefis fotoğrafına. Açıkcası beklediğimiz kadar güzel çıkmadı dürümler, ama sorun etmedik, ikincileri söylemeden Burak’la birbirimize göz kırpıp hep beraber çıktık restorandan. Bu Mısır efektli yer bizim için hatıraydı, duvardaki resimlerse kimbilir sonraki hangi rüyaydı. Caddede gezmeye devam ettik, hepimizin aklında önünden geçerken bayıldığımız Hayal Kahvesi isimli kafede közde kahve içmek vardı. Bir binanın teras katındaydı. Döner merdivenlerden aval aval yandaki afişleri izleyerek çıkan dört kişi kafe sahibinin burda közde kahve yok malesef arkadaşlar demesiyle ufak hayal kırıklığına uğradık. Aldırmayıp indik aşağı, aklımızda közde kahve, girdik küçük sokaklara. Kadıncağız tarfi etti bize közde kahveyi, yandaki sokaktan dönücektik. Sokaktaki mor kafede mantı yapılıyor, turuncusunda hamburger. Her ikisi de köz kullanmıyordu. Bu iki kafede hedef ararken, hiç aramadığımız başka bir şeyi seyre daldık. Koleksiyoncu bir amca kocaman bir para ve pul koleksiyonuna sahipti. Tarihin en büyük tanığı herhalde paralardır, kimbilir kaç tane el değmiş, kim bilir kaç tane cepte terlemiştir. Ellerimizde birer fahişe haline gelen paralar yanyanayken bambaşka bir yeri andırıyordu. Her birinin fotokopisi duvara asılmış, bize bizi anlatıyordu. İzledik dakikalarca. Sonra çıktık tekrar yola. İskeleden sonra sağımıza solumuza bakmadan dosdoğru girdiğimiz caddeden bir başka sokak deneyimi daha yaşayarak çıktık.