Nazmi: 47’ine basalı bir kaç ay oluyor. Ne zaman doğduğundan
annesi bile emin değildi. Doğumu dahi, kimse için bir anlam ifade etmemişti.
Gençliğinde, uzun boyu sebebiyle boyacıların yanında çalışmaya başlayan Nazmi,
yakın arkadaşı Kemalettin’in(Kemo), tinere bağımlı olduğunu farketmesiyle bu
işe 8 yıl kadar önce tövbe etti. Bağımlılık, onun taşıyamayacağı bir yüktü. O
günden bu yana Kemo ile de görüşmüyor. Bir kaç ay boş gezdikten sonra, aynı
yastığı paylaştığı kadının, Belkıs’ın, çenesine dayanamayıp inşaatlarda
çalışmaya başladı. Hayatının belki de ilk kıyak durumuyla inşaatlarda
karşılaşıp, demir kesme makinesinden sorumlu oldu. Hala da öyle.
Belkıs: Hayatının dönüm noktası 24’ünde iken Nazmi ile
başladı. 24 yıllık ilk kısımda kendine dair hiç bir kararı verememiş olmayı,
hayatının parçası haline getiren Belkıs, düğün günü ilk kez karşısında Nazmi’yi
bulunca, o ana kadar kendisi adına verilmiş son kararın da evlilik olduğunu
hissetti. Çirkince bir yüze sahip olan Belkıs, suratındaki siyah beni yüzünden
de 24 yıl boyunca talipli bulamamıştı. İşin garip yani, kendisi de hayatı
boyunca hiç bir erkeği hayal etmemişti. 26 yıldır evil olduğu kocasına henüz
mahrem yerleriyle münasebet şansı tanımamıştı. Rüyalarında kendini komşu kızı
Hasibe’nin koynunda görüyor, hemen ertesi sabah kurşun dökerek şeytanlarından
kurtuluyordu. Tam 50 yaşında, çılgın bir bakireydi anlayacağın sevgili okur.
Halis: Nazmi’nin sigara ortağı. Yevmiye sırasına birlikte
girer, yemeklerini birlikte yerler. Halis, Nazmi’ye benzer bir hikaye taşır.
Onun dramı babasızlığındadır, kimseye söylemediği ana mesleğinde. Dayanamaz
kaçar annesinden de, süt emdiği yerlerin başkalarıyla münasebeti, ona her
lokmayı haram kılmıştır sütten beri. Sıvacıdır, her gün farklı gömlek giyer
nedense, Gardrop Halis.
2 göz, 1 mutfaklık hayatlarını, 26 yıllık mutsuzluklarıyla
birlikte sırtlarında taşıyan çift, her akşam yorgun düşüyor ve saat henüz 11’I göstermeden,
somyadan bozma yataklarında horuldamaya başlıyorlardı. Nazmi kendini bir kaç
zamandır, hiç de alışkın olmadığı hallerde farkediyor, vücudunun tam orta
noktasında zaman zaman kabaran haline anlam veremiyordu. Onun için hikaye,
genelde bir kaç haftada bir gece meleklerinin ziyaretiyle gerçekleşen, sabah
ezanının ardından “Belkıs bi su kaynat gız, cünup olmuşum” cümlesi ile son
bulan hüzünbaz bir haldi. Belkıs içinden ne kadar ilenirse ilensin, kadınlık
görevlerini yerine getirmediğinin bilincinde, ve iş bu yüzden cünupluğun da
hayırlara vesile olduğunu düşünmekteydi. Nazmi’nin son zamanlardaki bu hali, o
gece 3 sularında yine vuku olmuş, ellerini Belkıs’ın bacaklarına doğru
götürdüğü anda, tilki uykusundan uyanan Belkıs’ın “Çek elini nasibetsiz herif!”
paparasıyla da son bulmuştu. Oysa Nazmi, en az kestiği demirler kadar sağlam
hayallere sahipti.
Yıllardır belki de ilk kez, yaşam alanlarının tam ortasında
bir inşaatta çalışmaktaydı. İnşa etmekte oldukları binanın hemen yanı ise,
Nazmi’nin değişmiş ama evrimleşmemiş türlerini içeren bir plazaydı. Diz hizası
etek giyen onlarca kadın. Ve onlardan daha fazla sayıda, Nazmi’nin hep tasmaya
benzettiği, kravatlı adamlar. İşte demir kadar sağlam hayaller. İşte hendek.
İşte Nazmi. Nazmi hayallerinde dahi kendini oraya koyamıyor, adeta ön
sıralardan defile izleyen fularlı adamlar gibi gelip geçeni izlediğini
düşünerek, kalbinin ritmini artırıyordu. Belkıs o anda, ondan hiç beklenmeyen
bir şekilde, uzun uzun, usul usul osurdu. Nazmi o anda, sert yataktan kaynaklı
bel ağrısını hissetti. İşte gerçek. Nazmi’nin gerçeği, demirden bile sağlam
sandığı hayallerini, her gün kullandığı demir kesme makinesi kadar rahat kesti.
Sinirlendi. Herkese. Hakkı var mıydı buna, kimse bilemez. Ama çok sinirlendi. Belkıs’a
vurmak istediği anda, kendi kokusu geldi aklına. Güneşin kaynattığı ter
bezlerinden, “Ben Nazmi’yim işte! Bu dünyanın Nazmi’si benim!” diye bağıran
kokusunu. Vazgeçti. Belkıs da ondan farksızdı. Tamamı kendisine ait olmayan
uzun yastıkta, kafasını onlarca kez çevirerek sabahı buldu.
Güneşin doğuşuyla birlikte, boyacılık günlerinden kalma, çok
sevdiği tulumunu geçirdi üstüne. Üstünde günlerdir durmakta olan, rengi artık
pembeye çalan, eskilerin bordosu kısa kollusu. Ayakkabılarının ökçelerine
basarak, gecekondularının önünden giden toprak yola attı kendini. Daha elektrik
lambalarının bile sönmediği, tan vaktinde çoraplarının içine kaçabilecek kadar
ince kumlar barından yoldan yürümeye başladı. Bir kaç sokak köpeğiyle
günaydınlaştıktan sonra, iş servislerini beklemeye başladı. İveco model,
açıkkasa kamyonet.
Beş dakika dolmadan, köşe başından Halis göründü. Kafasından
yukarı doğru tüten dumanlar yüzünden, vagonlarından ayrılmış, hayalet bir
lokomotif gibiydi. O gezdikçe rayları dizilen. Tek tabanca Halis.
-Bana da yak la bi tane
Belkıs’ın korkusuna paket sigara alamayan Nazmi, arasıra
aldıklarını Halis’e verirdi. Aralarındaki bu ince hesaplı ilişki, belki onları
bu kadar yakın tutan yegane sebepleriydi.
Yarım satin ardından on dokuz kişilik işçi ordusu,
kamyonetin kasasına konserve sardalyalar gibi dizilmeye başladı. Günlük
sallanma terapilerinin, ilk yirmi dakkasıydı yolculukları. Nazmi’nin siniri,
her sallantıda bir üst seviyeye çıkıyordu. Kamyonetten birer birer atlayan
sardalyalar, inşaatın midesine doğru ilerlerken Nazmi kararını vermişti. Önünde
1,5 metrelik parçalara ayırması gerektiği yüzlerce demirle, artık her yerini
göstermiş olan güneşe karşı savaşmayacaktı. İşine her zamanki gibi demir kesme
makinesini, ölçekleyerek başladı. Ve kestiği ilk parçayı, ayağıyla makinenin
altına doğru itekledi.
1. katta bütün bu gürültüden rahatsız, her biri birer
kişisel gelişim uzmanı, gelişmiş canlılar, 6 kadın ve her zamanki gibi 1 adamdan
oluşan insan kaynakları ekibi oturmaktaydı. Nazmi için bütün bu detaylar
anlamsız olsa da, herhangi bir şeyin sonucunu, Belkıs’ın çenesiyle ölçen bu
adam için, belki de yanlış bir topluluktu. 1,5 metrelik çubuğu, bütün kadınlara
ve bütün köpeklere atacaktı. 1.5 metrelik çubuğun fayansa çarptığında çıkardığı
sesi ondan daha iyi kimse bilemezdi, ve bu sefer bütün bir bina duyacaktı.
Doğru anı bekliyordu.
Zaman ilerledikçe, vücudunun kaybettiği suyu, kıyafetleri
emiyor, tuzu ise kendine desen yapıyordu. Bütün bu işlemler inşaattan çok daha
keskin bir kokuyu, Nazmi’nin burnuna milim milim çakıyordu. Her bir saniye daha
güçsüz hissediyordu, ilk yüzlük kısımı bitirmiş, adeta ruhunu emen bu makinaya,
zihnini de teslim etmeye başlamıştı. Herkes, sonunda ne boka benzeyeceği
bilmediği bu bina için sağa sola koşturuyor gibi görünürken, yalnız kaldığı
anlarda bir sonraki inşaata kadar ki yevmiyesiz dönemi kısaltabilmek adına
işleri donduruyordu. Bir tür köşe kapmacaydı oynadıkları. Nazmi dışında. O
plazaya en yakın, inşaatın tam önünde, ustanın tam önünde, mütaahitin tam
önünde, kapitalin tam önünde, bir İsveç saati kadar eşit aralıklı ve ritmik
demir kesmeye devam ediyordu.
Nazmi’nin hayali, oynadığı makine rolünün dişlileri arasında
ezilip giderken, öğle paydosu geldi. Birer soğanlı lahmacun ve birer ayran. Bu
güçle insan neler yaptıramaz ki? Bir lahmacun ve ayran, yeri gelir yüzlerce
demir kestirir, yeri gelir bir kaç züppenin cebinden para çalıp, reklam yapar.
Lahmacunun son yudumu, Nazmi’nin sabah fantazisini
gerçekleştirme arzusuna dönüşerek mide yolunu tutu. Nazmi 47 yıldır kimselere
göstermediği hıncının harcına saplayacaktı o demiri ki, sapasağlam olsun. Taş
kesilsin. Yüzünü bir gülümseme aldı, önünü ise ufak bir çadır. Halis: “Ne
düşünüyon la pezevenk? Bizi mi götürcen?” diyerek, çadıra bir selam çaktı.
Nazmi libidosuna da, Halis’e de aynı cevabı verdi: “Bi siktirgit lan”. Adım
adım demirlere yürüyerek, tek kişilik şovuna devam etti. Plazaya, yeterli
miktarda hırsının girmesini bekliyordu.
Köşekapmaca başlayalı kısa bir süre olmuştu ki, bir çığlık
bastı ortalığı: “Yeter amınıza koduklarım! Yeteeer! Yeteeer!” Nazmi’nin elinde,
makinenin altında gölgede keyfine bakan 1,5 metrelik ilk demir gücünü
topluyordu. O demir, o elden fırladı ve Nazmi’nin bütün yükleriyle birleşti,
bütün kızgınlığıyla birleşti. Somyadan bozma yatak, Belkıs’ın osuruğu, Nazmi’nin
ter kokusu, libidosu her şeyi oldu. Açık camdan içeriye girdi, önce bir
bilgisayarı yere düşürüp, sonra da insan kaynakları Seda Hanım’ın kalçasının
sol alt tarafına saplandı. Bütün bu olayları gözünün önünde yaşayan Berke Bey panikle
masasından fırladı ve düşürdüğü laptopu demire çarparak, o muazzam sesi
çıkardı. İşte Nazmi kurtulmuştu. İşte o ses, herşeye son vermişti.
Seda Hanım, hastaneye kaldırıldıktan 3 saat sonra bundan
sonra giyemeyeceği etekleri düşünerek şikayetçi olmaya karar verdi. Oysa Berke,
çoktan onun yerine bu işi yapmıştı. Plazada bu olay büyük yankı uyandırdı.
Herkes, inşaatların mesai saatleri dışında yapılması görüşünde, bütün
zekalarını kullanmış olmalarına ragmen birleşti. Halis taş kesildi. Kendisinin
aklına bile gelmeyen şeyleri, gözünün önünde sigara kardeşi yapmıştı. Nazmi
güldü. Çok güldü hem de. Hiç gülmediği kadar. Polis önce gözaltına alıp, dövdü
Nazmi’yi. Kim olduğunu sordular. “Kimsin lan sen?”. Kimsenin merak etmediği bir
soru, ilk kez merak konusu oldu. Kimdi Nazmi?
3. gününde hapse attılar, 8 aydan biraz fazlaca bir süre, bu
sefer gerçek parmaklıkların arkasında yaşadı Nazmi. Belkıs, Nazmi’ye ettiği
beddualardan fırsat bulduğu bir vakit, Hasibe’yle “kız sen ne güzel şeysin”
muhabbetine girdi. Ne yazıkki Hasibe, onun kadar sevgi dolu değildi. Belkıs, 3
aydır bir kez bile ziyaretine gitmediği kocasından habersiz, başka bir semte
taşındı. Temizlik işine devam etti. Çirkinliği hep en büyük kalkanı oldu.
Nazmi parmaklıkların öteki tarafına geçtiği gün, karşısında
eskisinden aç günler bekliyordu karşılamak için. Oysa o mutluydu. Garip bir
mutluluk. Kimsenin anlayamadığı.