7 Aralık 2009 Pazartesi

son Mektup

“Şimdi hiç bir şey olmak vardı...
Sıyrılmak tüm kabuklardan,
Atmak tüm maskeleri,
Çırıl çıplak denize girmek vardı...”


Mahkumlar sürüsü, içeride kendi kolonilerini kuralı çok fazla değil, bir kaç milyar yıl kadar oldu. Evrenin adli tatili, mahkumlara sürpriz de olsa, mahkumlar ortama uyum sağlamayı bildiler. Zamanla yarışırcasına sevişip altı yedi milyar da onlar oldu. -Mahkumlara göre- Fazla gelişmiş düzenin zebanileri olan inançlar, primli işçi sanıp kendilerini, bolca çalıştılar. Oysaki devlet, canının istediği kadar koyuyordu düzülenlerin cebine, düzen bedeli olarak.Şimdilik içeride hava iyi. Savaşlar, kavgalar, haksızlıklar, dönenler, dolaplar, dönme dolaplar.. Tam da olması gerektiği gibi. Hikaye içeriden, en içeriden bir hikaye. Bulutların arasından bakarken gördüğüm, sönen bir ışığa ait. Evet, binlercesi sönüyor da, bu takıldı gözüme neden sebepse.

“Yeter. Tamam. Bitti. Buraya kadar. Başka ne kadar bitiş cümlesi varsa, hepsi. Hemen sonuna da nokta. Bir tane. Net.

37.yılımdayım. 37 yaşındayım.37 asal bir sayı. İntihar etmek için ise mükemmel bir yaş. Hiçbir şeye bölünemeyen, ama her şeye, her yere parçalanan bir adam için harika bir sayı 37. O da bölünemiyor. İki tane bölünemeyenden oluşmuş hem de. Kalp olsun biri, zihin olsun öteki. Ne farkederki hangisi, hangisi.

Sınıflandırdınız beni. Zorla yaptınız bunu. Ben her ayın başında para almak falan istemedim hiçbirinizden, ben az önce yarının yemeğini yapıp buzdolabına koymuş, şu an yatağından kıçında uçuşan pirelerle muhabbet eden kadınla evlenmek istemedim. Ben sürekli olmayanı isteyip, abuk subuk hasta olup sinirimi bozan, sonra şirinlik yapıp, öpüp koklayıp gönül alan bebeleri istemedim. Piç kalsınlar daha iyi. Ben istemedim ulan! Herifçioğlu dedi üç tane yap diye. Milyon kişi oy verdi benim üç çocuğum için. Ben istemedim! Gelin götünü temizleyin şu bebelerin. Gelin kendine getirin şu kadını.

Ben gidiyorum.

Üzerime attığınız her “Sorumluluk” marka yorgan uykumu daha derinleştirdi. Kalkmayı her denediğimde, sıcacık yatakta deforme olmuş ruhum beni omuzlarımdan yatağa çekti. Uyudum. 37 yıl boyunca uyudum. Tıpkı sizler gibi. Sen gibi sayın polis. Tıpkı senin gibi, az sonra amirine ucuz raporunu sunucaksın değil mi? Aferin sana. Sonra da evine git. Sonra yine işine gel. Aa, akşam eve gidersin belki yarın... Devam edin. Ben gidiyorum.

Birilerinin gelip dünyaya insan olmayı öğretmesi gerek. Birileri gelip size çocukken kurduğunuz hayalleri hatırlatmalı. Eşitlik, matematik defterlerindeki işaretlerden öte bir şey. İnanın buna, bak polis, ben inanıyorum, ben biliyorum. Aynı çamurun farklı baharat tercihleri edilmiş halleriyiz. Sende biraz daha sabır tozu var belli.Benim annem hamileyken sarımsak yediği için 37 yaşında da olsa kafam basmaya başladı benim. Ama aynıyız inan, aynısın. Sana maaş veren adam, senin gibi biri. Seni küçücük dünyana hapseden adam, senin gibi biri.Haftasonları için yaşamana sebep olan şey, senin gibilerin kurduğu düzen. Açıkcası senden biraz daha zekiler doğru, belinde duran kelepçe senin ne olduğunu onların ne olduğundan daha iyi anlatıyor ama aklının tepesine takılmış kelepçe, işte onu farket! Yalvarırım.Farkedin lan!

Ne bok yerse yesin çocuklarım. Size emanet ediyorum nihayetinde. Bir bok olamayacaklarına adım gibi eminim. Kadını da bırakın kendi haline.

Ey pislikler!

Uyanın!

Ben gidiyorum. ”

6 Aralık 2009 Pazar

Hop, Kaptan, Işıklara Gelmeden İnecek Var!

Doğada ne kadar bordo varsa gökyüzünde bugün. Yağmurlar çok saydam değil, karbonmonoksit şehirde. Kahverenginin gökte neden bordo durduğunun cevabı, sanırım o kocaman bulutların hemen arkasında gizli. Hemen değil. Işık otobüsüyle 8 dakika kadar süren bir yolculuğun sonunda.

Sinir bozucu çelişkiler. Sanırım dündü, yüksekçe bir yere çıktım. Zıpladım. Defalarca. Olmadı, çok uzaklar. Bulutlar çok uzaklar. Geri dönmek istedim. Yürüdüm, saatlerce. Çıktığım her yokuşun inişinde, daha çok yoruldum. Çok uzaklar. Her şey, herkes. Ve ufacık bir gerçek damlası düştü alnımdan, gözlerime doğru. Çok tuzlu. “Küçücük adımların” dedi.

Uzaklık görecelidir. Üstelik sadece başka uzaklara göre değil, sahibinin boyutuna göre de görecelidir. Unutma bunu. Her gün okulundan evine kadar yürüdüğün yol, bir karıncanın ömrü olabilir. Şimdi uzakta dediklerine başka bir pencereden bak. Bulutlar ne kadar uzaksa, sen o kadar küçüksün. Sen o kadar küçüksün ki bulutlar sana çok uzak. Sen küçüksün.

Ufacık bir ter damlasıydı bunları anlatan. Sularla konuşmak güzel. Hem ben çocukluğumdan beri yapıyorum bunu. Akan her şeyle konuşuyorum. Ama su farklı. İki hidrojen bir oksijen. Ciğerlerim için kullandığım en ucuz temizlik maddesinin üzerine iki küçük adım. En küçüğünden. Konuşmam gerek sularla. Anlamam gerek akmaları. Onun kadar homojen olmam gerek, onun kadar yok edebilmem gerek. Var olma kavgasından direksiyonu yok etmeye kırmam gerek bazen, beni varetmeyenleri.

Tanrılar evrenin en güzel köşelerinden birine kurmuşlar kumar masalarını. Deste deste insan. Kocaman bir masaya düşmekte birer birer. Maça, Karo, Kupa, Sinek... Ve ufacık joker olabilme şansı. Bilmediğim bir oyunun içinde hangi desteden olduğuma ya da olacağıma karar vermem için zorlanıyorum, neden varolduğu sorusunu tamamıyla unutmuş, deste kurulları tarafından. Devlet boynuma bastırmış, “senden ne çıkar?” diye bağırıyor, ya da ben paranoyalarımla yaşamayı çok seviyorum. Tek kozum var elimde, seçim zamanım. Henüz bir desteye yerleştirilmemiş, masanın üzerinde bekliyorum. Ve bir kumarbazın eline geçmeden bu masayı devirmek istiyorum. Devrilmek istiyorum.

Saçılmak istiyorum.

Karışmak istiyorum.

Renksiz olmak, renkli olmak istiyorum.

Ebruli.

...

Kulağımda o küçücük gerçek damlasının fısıltısı, imkansızın en uzağına giden bu otobüsten, sanırım daha fazla hayal kurmadan, hiç bir ışık görmeden;

İnmek istiyorum.

20 Ekim 2009 Salı

Yazmalıyım

Bak ne demiş Nazım,

Bir şeyler yazmalıyım,
Bir şeyler yazmalıyım yüzde yüz yalansız
Bir şeyler yazmalıyım,
hiçbir şeyi önceden düşünmeden.
Cigaramın dumanı,
Yoktur yârin imanı.
Bir şeyler yazmalıyım
Masamın üstünde gördüklerim değil,
Parmaklarımı değil.
Bir şeyler yazmalıyım,
içimde bir şeyleri yakalayarak.
Kova salıp içimdeki kuyuya su çekmeliyim.
----

Durma zamanı değil galiba, nadas için çok erken galiba...

7 Ekim 2009 Çarşamba

nadas

Çok zaman geçer.. Çok şey bırakılır arkada.

Eylül mesela.

İnsan nadasa bırakılır mı? Neden olmasın. Ben yaptım.

Şimdi nadas zamanı.

Turşumu kuruyorum.

Belki yazın yerim diye. Kim bilir?

30 Ağustos 2009 Pazar

Zafer Bayramı!

Çok zaferler kazandık,

4 askere eline ceza olsun diye el bombası vermedik, 17 aylık bebeğe 20 kişi tecavüz etmedik, gencecik kızın başını kesip ortadan kaçmadık, hiç din pazarlamadık mesela..

20 kupona inanç satmadık, sarı saçlarımızla yaşımız 40'ı geçince "cumhuriyet" diye bağırmadık, ulusalcıyım deyip, solcuyum deyip faşistlik yapmadık, yaşarken adını bilmediğimiz adamı faşistler öldürünce sanki yıllardır hayranıymış gibi davranmadık, hepimiz o'yuz demedik mesela, ayakkabısındaki yırtıkla böbürlenmedik..

Hiç elimizde kalem var diye ona buna sövmedik, yaş 60'ı geçince mankenlerle fingirdemedik, para için fikrimizi satmadık, döneklik etmedik. Ramazan günü şarap içiliyor diye konser basmadık, kültürümüz için kültür merkezi yıkmadık, turizm diye denizimizi satmadık.

Ya da ne bileyim, kendi vatandaşımıza açılımlar yapmadık, bunu söyleseydik daha baştan ayrımcılık yapmış olacağımızın farkındaydık, laf olsun diye muhalefet etmedik, hiç koltuk sevdalısı olmadık, hiç bir torba kömüre oyumuzu da satmadık, bilmem hangi memlekette "daha da gelmem" diye tribe girip komikleşen liderlerimiz olmadı ki bizim, biz de onunla böbürlenip "helal olsun,lafı nası koydu" diye ortamı mahalle maçına çevirip ertesi gün eenn uzağa giden sidiğimizle övünmedik, bayraklar asmadık "en birinci" olduk diye.

Biz hiç bezlerden kıllanmadık, dünyayı gördüğümüz gibi kabul ettik hep, insanlar bizim istediğimiz gibi olsun diye diretmedik, geri zekalı gibi başkası dedi diye, korktuk diye, ilgi çekelim diye bir taraflarımızı da örtmedik. Bizimle oynanmadı, dalga geçilmedi, olduysa bile farkederdik. etmedik mi? tabi ki ettik.

Rüşvet vermedik, hız limitini aşmadık, hırsızlık yapmadık, mesleğimizin haysiyetini satmadık, arkadaşımızın sevgilisine şuyuna, buyuna sulanmadık, tecavüz etmedik, hiç biriyle savaşmadık, yurtta hep barıştık, cihanla aşık attık. Maç izledik sarılarak, her gole birlikte sevindik. Ah be, 90 da nası taktık. Irağa ayrı Filistine ayrı Afrikaya ayrı bakmadık. Biz hep ezilenin yanındaydık. Yolsuzluk yapmadık, fenerler yakmadık.

Arkadaşımızdan ödev çalmadık, hiç kimseyi kullanmadık. Kimsenin ayağını da kaydırmadık. Üniversite okuyup, hiç susmadık. Her haksızlıkta biz ayaktaydık. Şuna g.tümüz yiyo, buna yemiyo diye seçmedik. 2 ayda güvenlik sertifikası alan adamdan azar yemedik, "özür dileriz abi" demedik. Hep özgürlük nedir bildik, ne de olsa böyle kavramları mürekkebi silinmiş pembe renkli bayrağı bol kitaplardan değil, yaşayarak öğrendik.

Biz hiç, bizden yüzlerce yıl önce yaşamış, adını sanını bilmediğimiz adamların zaferlerini, sanki kendi zaferimizmiş sanıp kutlamadık. Onların zaferinin elimize sunulan bir fırsat olduğunun bilincinde, hep daha iyi olduk. Utanmadan, üzülmeden bayram yaptık.

Ne de olsa biz kazandık zaferleri.

Nice zaferlere.

18 Ağustos 2009 Salı

kendime konuşuyorum..

Sıktı içimizi yazın sıcağı. Hiç anlayamadım sıcağın gavurlarla ilişisini. Zaten tabir de pek caiz değildi.

Topraksız bir fişle bağlanmamak gerek hayata, her taktığınızda kıvılcım atıyor. Zararı yok ama gereksiz gerilime de gerek yok gibi.

Klima soğuğunun baş ağrısı yapmasının sebebi vücudun doğasızlığa olan sitemimi acaba, yoksa çok daha tırt bir gerçekte mi yatıyor işin özü? Klimanın karşısında oturmamak mı gerekiyor?

Bırakmak istediğimizde bırakamayız. Çünkü bağlanmak istediğimizde kurduğumuz zincirler bizden güçlü hale gelir. İnsanın kendinden güçlü bir şeyler yaratması, çok tanrısal bir duygu.

Telefonlarımızı çöpe atsak; belki kimsenin ayrılmaya götü yemez. Olamaz mı? Olamaz gibi.

İyi ile kötüyü TDK'dan daha güzel tanımlayacak olan var mı? Hiç birşeyi değerlendiremiyoruz ki, farklıya kötü demek çok faşizan geliyor. E aynıya iyi demek zaten saçma. Zaten tersi de mümkün değil. Of, yardım.

Felsefe diye onca konuştuğumuz şey hep birer dil oyunundan ibaret. Aslında tanımlasak her şeyi işler güzel olacak gibi. Ama o zaman sır da ortadan kalkabilir. Zaten hiç varolmamış olan sır. Mantıkla dünya açıklanamaz olsun, rica ediyorum bunu insanoğlundan.

Varlık kime bağlı? Var olan şeyler bize göre mi varlar? Yoksa bağımsız varlıklar varlar mı? Yoksa nasıl var olur ki. Yokluk ve varlık kavramlarına yeni kelimeler eklesek ya; sonra da yaşı büyük dil bilimciler, felsefeciler bize ayar verseler öyle kelime mi olurmuş diye.

İki üstteki paragrafa örnekti, bir üstteki paragraf.

Şu soğuktan, sıcaktan dünya ortadan ikiye ayrılmıyor ya; hayret doğrusu. İçinde magma dışında buzul, enteresan bir gezegen. Takdir ediyoruz kendisini.

Para kazanmasak da, para üretsek; olmaz mı o iş?

4 Ağustos 2009 Salı

Zaman yetmiyor ki!


Maymunun iştahı üzerine yaptığımız birtakım öngürleri kendi üzerimde görmenin acısını tadıyorum muntazaman. Hevesli insan iyidir, yenilikçidir bir kere. Mütemadiyen yeni şeylere odaklanmanın verdiği gaz, henüz ücretli değil, üstelik çok verimli. Isınıveriyorsunuz.

Yapacağım, yapmayı istediğim işleri listeleyince tırsıyorum çaktırmasam da, bir şeylerden ödün vermek zorunda olduğunu biliyor insan. Girişimcilik bir çoğumuzun ruhunda elbet ama, giriştikten hemen sonraki aşamayı çoğu zaman bulamıyoruz. Çözüm bulmak istiyorum kendi vantilatörlerim ürettiğim, beynimin kurak topraklarındaki fırtınalarla.(Bu cümle için çok kastım, marifet mi değil. Olsun.)

Yapacağım kelimesi yerine seçilebilecek yapıyorum kelimesinin hayatı kolaylaştırabilitesi çok yüksek esasen. Hemen Descartes'ın 4 kuralı geliyor aslında akla. Gerçi şu an tam emin de olamadım; o, bu muydu ama kaynağın Descartes olduğuna eminim. Şöyle diyor ağır abi;


1-) Öyle hiçbişeyi hemen kabul etmeyeceksin, otur bi soluklan yeğenim. Bir düşün, sorgula, konuyla ilgili önyargılarını farket. One göre hareket et.
2-) Hayatta böyle zor işlerle karşılaşıcaksın. Eğer yapabiliyorsan bölüceksin bunları arkadaş, küçük küçük yapıcaksın. Ne kadar küçük o kadar kolay, unutmucaksın bunu.
3-)Bir çözüm bulmak için sorunlara düşüncelerini de sıraya koyucaksın, yani en basitini çözeceksin, sonra ilerleyeceksin, öyle karizmatik adamım ben diye en zoruyla uğraşmıcaksın, çünkü bir yoldur bu. Sen atlıcam diye uğraşırken adam her basamağa dokunarak düzgünce çıkıverir tepeye.
4-)Ve son olarak, bu adımları numaralandır. Yani eline bi not defteri al, 1 yaz 2 yaz. Şaka yapıyorum ulan. Düşünsel olarak numaralandır, yani sırayı tut. Düşüncelerin belli bir yolda ilerlesin, yani düşünce yolunu kestirmeye çalış. 3 adımı atarken ardından 4 ün geliceğini farket.

Tabi muhtemelen böyle cıvık bir adam değildi Descartes. Ama güzel söylemiş, yani bir bildiği vardır herhalde öyle değil mi?

Pek beyin fırtınası olmadı bu biraz arak bir çözüm, ama sanırım uygulanabilir. Yani atıyorum, dediniz ki tangoya başlıcam, 3 tane websitesini 1 aya yetiştiricem, blog tutucam, 1 ay içinde 4 kitap okucam(çok light bir örnek oldu ama feyz almak için ideal.). Bu sırada da haftaiçi her gün işe gittiğinizi varsayıyorum. Descartes baba napardı?

Ufak sorundan başlardı, napardı yani önce kitap işini düşünürdü. Yolları değerlendirirdi mesela, klozet zamanını değerlendirirdi. Yoktan zaman varederdi. Çünkü kitap okumak fiziksel bir kondisyon gerektirmez, zihninizi ister, böyle yapardı sanırım. Blog için de muhtemelen kitapları kullanırdı, 1 ay için 4 kitap okuyabilirse muhtemelen kitaplarla ilgili bir blog tutardı. Ve kendisine bir hedef koyardı. Mesela akşam yemeğini bloguna yazı yazmadan yememek gibi. Acıkınca kendini yazı yazmak zorunda bırakırdı. 3 websitesi için çözüm muhtemeen plan yapmak olurdu. Önce websitelerini ayırırdı, 3 ayrı websitesi. Ardından bu işleri kendi içinde ayırırdı. Yani 1 tanesi için konuşalım mesela;
1. İhtiyaçların belirlenmesi
2. Tasarım süreci
3. Kodlama
4. Test aşaması
Toplam 4'e böldük, istesek daha da bölerdik. 4x3 tam 12 parçamız var. Muhtemelen Deco(evet, samimiyiz artık) 30 gününü 12 ye bölüp(eşit bölmez muhtemelen) bu günlere ait birer plan çıkarırdı. Ve plan 29 veya 28 gün için olurdu. Tango içinse yapıcağı şey bu aklına geldiği ilk gün bir dans kursunu aramak olurdu. Haftasonu saatlerini ayırır, dener, yapmaktan bunaldığını hissederse bırakmak içinde cebinde yedek olarak bulundururdu bunu.

Sprite'ın acımasız gerçeklerinde biri gibi oldu sonuncusu ama malesef doğru. Bırakabileceğimiz etkinlikler sadece net bir çıkar beklemeden üzerine uğraştığımız heveslerimiz. Küçük bir zaman yönetimi demosu yaptıktan sonra bu yazının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu aklına gelen, heyecan veren her işi yapma konusuna daha sonra da değineceğim.

Görüşmek üzere.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Microsoftie!


Staj günlüğüne kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bütün yaz boyu hiç tatil yapmadan, staj yapma gerçeğiyle yüzleşeli 2 ay kadar oldu. Ve evet, kahretsin, bünyem tatil istiyor. Ama en sonunda bütün yaz için beklenen gerçekleşti, ve Microsoft Türkiye'de staja başladım.

Stajımın ikinci haftasının ilk günündeyim ve sanırım Microsoft Türkiye hakkında ahkam kesicek kadar da buraların havasını soludum. Bir defa hemen aklımızdaki şüpheleri giderelim, burası Başarsoft'tan çok çok daha farklı.

İlk günle başlamak istiyorum. İlk gün saat 9 da işe başlamak için geldiğimizde 5 stajyer de saat 10'a kadar şirketin en soğuk odasında toplantı için bekletileceğimizi bilmiyorduk, haliyle kötü bir izlenimle başladı her şey. Ufak bir hoşgeldinin ardından ofise geçtik. Ofise kartlı geçiş falan görmediğim şeyler, haliyle etkileniyor insan. Gezdik, dolaştık, ofisi tanıdık. O hani filmlerde gördüğümüz, mutlu ve gülümseyerek insanların elini güçlü bir şekilde sıkan, bembeyaz dişleri ütülü kıyafetleri olan adamların sahicilerini gördük. Hatta o kadar ki el sıkıştık :). Bütün bunların ardından kendi masama ancak geçebildim. Bilişim sektörünün hali hazırdaki en önemli devlerinden biri olan şirketin TTNet le internete bağlanmasını beklemek, saçmalık tabi, kendi network'ünden dünyaya bağlanıyor microsoft. Hatta önce İrlanda'ya bağlanıyor, sonra internete dökülüyoruz. Çarşambadan itibaren, çalışanların yapması için fazlasıyla niteliksiz, tam stajyer işi denilebilecek işleri yapmaya başladık. Şimdi kendi işlerimizi geçip Microsoft ile ilgili deneyimlerimi anlatayım.

Atalarımız güzel söylemiş kedi uzanamadığı ciğere mundar der diye. Bugün şöyle bir geriye baktığımda geçmişte microsoft hakkında duyduklarımı düşününce, sözün doğruluğu suratımda gülümsemeye dönüşüyor. Başarsoft'ta yazılımcı abilerden birisi microsoft'ta staj yapacağımı duyduğunda, "onlar Türkçeleştirmekten başka iş yapıyorlarmı ki" diye sormuştu alay ederek. "Öyle herhalde abi, ofisboyluk yapmaya gidiyorum" dedim o gün. Açıkcası çok da farklı şeyler ummamıştım. Fakat şu an gördüğüm şirket kurumsallaşmanın en uç boyutlarına varmış durumda. Yani, öyle basit bir yerde olmadığınızı hemen anlıyorsunuz, insanların üzerinde görünmez bir canlı sanki "mutlu ol!, güçlü ol!" diye fısıldıyor gibi. Ürkütüyor insanı. Bu kurumsal yapı içinde aslında bir çok departman da mevcut ve bu departmanlarda Microsoft sürekli bir çalışma içerisinde. Neden bunun pazarlamasında bu kadar başarısız olunuyor, ya da neden insanların gözünde Microsoft bu kadar antipatik hale geliyor, incelenmesi gereken bir konu. Dışardan bakıldığında Microsoft mahallenin sert mizaçlı(aslında doğru kelimeyi biliyorsunuz) abisi gibi görünüyor, herkes o gelince aman abi, yaman abi derken, o gidince herkes abiden ne kadar bunaldığını ne kadar nefret ettiğini kusuyor gibi. Açıkcası abiyi tanımadan, bilmeden önce bu abi hakkında ben de çok olumlu düşünce sahibi değildim. Fakat tanıyınca insan, aslında bu gücün ne kadar meşakatli bir çalışma sonucu geldiğini görüyor.

Her ne kadar, kapitalizmin, paranın parayı getirdiği bu çağda büyüdüğünüz anda bütün yollar yokuş aşağına dönse de o kadar büyük ve kurumsal bir şirketi ayakta tutmak da aynı büyklükte efor istiyor. Evet, zengin, paralı, ortalamaya göre mutlu bu adamlar dışarıdan kıskanılası,ama aynı adamlar hakikatten zeki, çalışkan, girişken ve sosyal adamlar; yani hele ki yaşadığımız çağı düşünürsek, yaşadıkları hayatı fazlasıyla hakediyorlar.

Kurumsal yapının Microsoft'a kaybettirdikleri de olmuş durumda, şirket içi işlerdeki yavaşlık hatta biraz daha ağır ama hantallık gözden kaçmayacak düzeyde. Ayrıca insanlar arası ilişkilerdeki mesafe doğal yaşam alanını kısıtlıyor. Bir anda herkese gülümseyen, o dişleri bembeyaz insanlardan biri oluveriyorsunuz (Ofiste diş fırçalayanını gördüm ulan!:). Şirketten çıktığınızda maçta küfrediyorsunuz, yalnızken atletinizle oturup göbeğinizi kaşıyabiliyorsunuz ya da ne biliyim gayet insanı bir sürü iğrençlik yapabiliyorsunuz, burnunuzu karıştırıyorsunuz hiç yoksa; ama sanki bu insanlar bunların hiçbirini yapmıyor gibi yaşıyor, öyle bir gerilim var havada. Bunu çözmek gerekiyor, nasıl yapılır bilmiyorum. Yani elbet, hadi ofisçe eller buruna falan yapalım demiyorum, ama bu hani hepimiz terbiyeli pırıl pırıl insanlarız tribinden sıyrılınması gerekiyor gibi. Onun dışında el altında bu kadar olanak varken, sanki daha populist işler yapabilir gibi ya da daha populist reklamlar.

Burda insanlar çok zeki, burda işler çok tıkırında, burda ofis hayatı pek rahat, tahterevallinin kalkan tarafında oturduğunu biliyor insan şöyle bir genel resme bakınca..

Ben anlatmaya devam ediyor olucam izlenimlerimi.. Görüşmek üzere..

Smyrna 3


Dosdoğru metroya koştuk kart almaya, dudaklar kurumuş mideler “uludağ limonataaaaa” diye bağırıyordu. Metronun önünden, ege sıcağına inat olsun diye buz gibi su ve limonatalarımızı aldık. İndik basamaklardan hoplaya zıplaya en serininden. Gişede bulduğumuz formüle yeni eklemeler yaptı metrodaki teyze. Sonunda en güzel çözüm, çoktan çöpe attığımız kentkart çıktı yine. Hem fiyakalı kabuk sahibi kentkartımız oldu hem de 20 kez biniş hakkımız, tek fark artık ceplerimiz daha boştu. Ne pasomuz vardı ne başka gerecimiz ama bir günlüğüne gelinen İzmir’de ellemiyorlardı turiste. Öğrenci parası ödedik heryerde. Metro duraklarında Basmane’yi görüp biletleri almaya karar verdik. Hem serindi de yerin altı, her şey yolunda gidiyordu. Ankara metrolarından farklıydı elbet metro, daha renkli daha hızlıydı, agresif bayan sesi yerine, daha bi şen şakrak hatun kişi bildiriyordu hangi durakta olduğunuzu. İki durak sonra basmaneye vardık, hup diye garın orta yerine çıktık yerin altından. 4 köstebek gişeye gidip en cool halimizle rezarvasyonunu yaptığımız biletleri aldık. Biz biletleri almakla uğraşadururken; Dilan en kımıllı, en film karesi, fotoğraflarımızı çekti yansıyan camdan. Eğer bir gün “Garda” diye bir film yapacak olursak, rahatlıkla kullanabileceğimiz afişlerimiz oldu. Bilet işini hallettikten sonra, yine aynı metroyla dosdoğru Konak’a geçtik. Metroya binmeye gayret ederken ilk kentkart aldığımız andan sonra sürekli yaşayacağımız paso stresini neşeli bi rgüvenlikçi abiyle aştık. Konak’da metrodan çıktığımız gibi koşakoşa iskeleye vardık, karşıya geçicek oraları gezecektik. Aslında vapur bir tur atıp bizi bindiğimiz yere bıraksa belki de hiç umursamazdık vapurdaki denize sıfır dublex yerlerimizi gördükten sonra. Her ne kadar denizdeki kahverengilik insanın içini burksa da, milyonlarca litrelik su inadına mavi geliyordu Ankara grisinden sonra. Martıları gördük hiçbirini yemlemesek de, geze geze izleye izleye vardık karşıya en sonunda. Nedir, ne değildir bilmiyorduk elbet ama iner inmez karşımızda duran cadde gelin burada gezin diye bağırıyordu. Zaten dışardan gelen sesleri dinlemeye fazlasıyla müsait olan biz, kulak verdik bu çığlığa, dosdoğru attık kendimizi caddeye. Akıllarda közde kahve sorusu adım adım arşınladık caddeyi. Önce karnımızı doyurmalıydık, bir çok kafenin bir çok restoranın arasından belki de en güzelini bulduk. Para mühimdi, ki geldiğimiz yer bu önemi gayetiyle kavramış gibiydi. Ankara’da yediklerimize nazaran çok daha ucuza karnımızı doyuracağımızı farkedip verdik siparişleri. Her ne kadar Cansu hafif bir şeyler yemeliyim diye tuttursa da o da kandı dürümün nefis fotoğrafına. Açıkcası beklediğimiz kadar güzel çıkmadı dürümler, ama sorun etmedik, ikincileri söylemeden Burak’la birbirimize göz kırpıp hep beraber çıktık restorandan. Bu Mısır efektli yer bizim için hatıraydı, duvardaki resimlerse kimbilir sonraki hangi rüyaydı. Caddede gezmeye devam ettik, hepimizin aklında önünden geçerken bayıldığımız Hayal Kahvesi isimli kafede közde kahve içmek vardı. Bir binanın teras katındaydı. Döner merdivenlerden aval aval yandaki afişleri izleyerek çıkan dört kişi kafe sahibinin burda közde kahve yok malesef arkadaşlar demesiyle ufak hayal kırıklığına uğradık. Aldırmayıp indik aşağı, aklımızda közde kahve, girdik küçük sokaklara. Kadıncağız tarfi etti bize közde kahveyi, yandaki sokaktan dönücektik. Sokaktaki mor kafede mantı yapılıyor, turuncusunda hamburger. Her ikisi de köz kullanmıyordu. Bu iki kafede hedef ararken, hiç aramadığımız başka bir şeyi seyre daldık. Koleksiyoncu bir amca kocaman bir para ve pul koleksiyonuna sahipti. Tarihin en büyük tanığı herhalde paralardır, kimbilir kaç tane el değmiş, kim bilir kaç tane cepte terlemiştir. Ellerimizde birer fahişe haline gelen paralar yanyanayken bambaşka bir yeri andırıyordu. Her birinin fotokopisi duvara asılmış, bize bizi anlatıyordu. İzledik dakikalarca. Sonra çıktık tekrar yola. İskeleden sonra sağımıza solumuza bakmadan dosdoğru girdiğimiz caddeden bir başka sokak deneyimi daha yaşayarak çıktık.

31 Temmuz 2009 Cuma

Smyrna 2


Deniz kenarında bir yer bulamadık ilk başta, nitekim biz alalım elimize plastik bardakta çayımızı döke saça yiyelim kumrularımızı istiyorduk hangimiz kumru bilmeden. Yolun öteki tarafında bir sürü simitçi, pardon gevrekçi bekliyordu bizi. Seçtik birini “4 kumru” dedik. Burağın yılların yengenini kumru sanmasıyla eğlendik. Gevrekçi adam şaşkındı başka yerde kumrunun böyle çok satılmadığına, gevrekle kumru tezgahların en mutlu çiftliydi ona göre, ayrılmaması gerekliydi öyle şehir şehir. Oturduk gölgede bir banka, hapır hupur yedik kumrularımızı, doymadık üstüne bir daha yedik. Başlamak vakti gelmişti tabanlarımızı İzmir’in güzel sokaklarına sürtmeye.

O sebepten çok fazla oturmadık. Önce bir pasaja girdik, rahat gezmek için ihtiyaç molası niyetine. Ve gezimizin gizli amacı olan, fincanda kahveyle karşılaştık. Tam o noktada bozkıra dönmeden o kahvenin tadına bakmamız gerektiğine karar kıldık. Çıktık pasajdan, pazara doğru. Neresi olduğundan emin olmadığımız, ya da sadece benim emin olmadığım pazarda gezdik deliler gibi. “Abi kot bakar mısın?” sesleri eşliğinde, kendimizden habersiz, yolumuzdan bağımsız kimbilir kaç tane “O” çizdik. Esnaf abilerden birine sonraki durağımızı sorduk: Asansör. Dilan’ın o sıralarda pusulaya dönen zihniyle kendimizi caddeye attık, deniz en güzel yöndü, döndük çehremizi. Asansöre gitmeden saat kulesini bulduk, japon etkisi makinede durduğu gibi durmuyordu. Bir sürü fotoğraf çektik kuleye doğru. Bol güvercinli, en çok sevgi dolu fotoğrafların ardından topukladık hemen ordan.

İzmir’in kokusuyla meşhur kızlarından ikisine asansörü sorduk. Ama arkadaşlar ufak çaplı bir amnezi geçiriyorlardı, asansörün yerini bildiklerini ama tarifini blmediklerini söylüyorlardı. Teşekkür ettik, üzüldük. Hemen ileride belediye otobüslerinin oradaki durağa koştuk. Orada sorduk nerede olduğunu o kocaman asansörün. Tarifi kafamıza yazdıktan sonra doğru koştuk asfalta. Uzun bir süre yürüceğimiz aşikardı, yürüdük bizde. Giderken, belediyenin insanlara hizmeti olan ufak çaplı şelale örneğinde Burağın mutluluk fotoğraflarını çektik. Yolda da boş durmuyorduk. Biraz ilerisinde, merdivenlerde klip kapağı temalı fotoğraflar, ve camcı amcanın önündeki aynadan kendi fotoğraflarımızı çekmemiz, anın güzelliklerini kayıt altına alıyordu. Camcı amca, ufaktan takıldı sabah beri avladığı sineklerin hatrına, İzmir’in güleryüzlü insanlarından bir nefes almış olduk biz de. Yollar aktı birbiri ardına ve bulduk asansörün olduğu sokağı sonunda. Sokakta birbirinden güzel evler restore ediliyordu ve hemen ortasında Cafe TaşEv’i barındırıyordu. Daha görür görmez kokusu geldi burnumuza asansörden inince orada içeceğimiz çayların kokusu.

Asansöre gittik, asansörü bekledik. O kocaman yapıda sadece 1. Kat ve zeminin bulunmasının verdiği ironik tad hoşumuza gitti. Sıra gelir gelmez yükseldik İzmir’in denizinden de mavi semalarına. Hemen çektik en güzel asansör yüksekli fotoğrafları, adımızı yazdık tuğlaya; Burak-Dilan-Aykut-Cansu sırasıyla. Söz verdik dört düşsever, bir daha her giden yazsın oraya adını diye, yoklamamızı vericektik bundan sonra birbirimize. Yeterli fotoğraf sayısına ulaşıp, yüksekliğin artık eskisi kadar korkutucu olmadığını hissettiğimiz anda indik aşağı asansörden, doğru TaşEv’e. Bayıldık içeriye, evimiz olsa orda, gitsek yollardan fırsat buldukça. Çaylarımız yeni demleniyordu, beklemeye koyulduk sessizce. Tatlı yorgunluk dizlerden ayakparmaklarına ulaşıyor, yüzlerdeki gülümsemelerse rahatsız edici hiçbir şey bırakmıyordu. Siyah-beyaz fotoğraflarımız oldu taş evde. Taşın serinliğinin rahatlığına çayın ferahlatıcı kırmızı eklendi. Biz çaylarla demlendikten sonra adım adım koyulduk yeniden yola.

Dosdoğru deniz kenarına çıktık, denize sıfır yürüme yolunda güneş in yakıcı ışığına aldırmadan yürüyorduk. İlk fırsatta eğlence arayan biz, Dilan’ın Ankara’dan beri söylediği Yabancıcılık oyununu oynamaya başladık. Dört Fransız yolcu bağıra bağıra geziyordu kordonda. Ufacık bir çeşmenin başında, komik bir soru kaldı geriye oyundan: “Suh, içihlebihlir mi?”. Ha birde, benim Fransızca’ya kattığım bol çata çutalı Çin yorumu. İskeleye kadar yürüdük. Ne yapıcağımızdan emin değildik ama ne duymak istediğimiz çok netti. Daha önceki İstanbul turlarımızdan hafızamızda kalan, midesine kadar mikrofonu sokan abimizin söylediği “EminönüGaraköy” kelimeleri. Elbet öyle bir ses gelmedi, aksine sanki İzmir’de yaşamanın kuralıymış gibi herkes kendinden emin biniceği vapuru seçiyordu, iskeleyi çok fazla incelemeden doğru biletçi abiye gittik. Ben yine karşıkonulamaz cevvalliğimle “abi bunlar nereye gider?”, “abi bunlar kaç paradır?” tadında sorular sordum. Adam yine belediyenin mesaj içerikli 3 lira uygulamasından bahsetti. O an gaza geldik kentkart sahibi olmaya. Binbir türlü hesap kitap yaptık 3 tane 5 lik mi alsak,4 tane 3 lük mü alsak diye büfeye gidene kadar.Biz bilmemkaçıncı matematik formülünü keşfederken büfeci amcadan geldi müjdeli haber, yok burda 3lük 5lik alıcaksanız kentkart var diye. Nedense o ana kadar kentkart edinme ihtimalini gözden geçirmemiştik. Geçirmemeye de devam ettik.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Smyrna 1


Bambaşka bir ayın en sıradan cumasıydı. Dört düşsever, boktan karikatür kafede midemizi dolduruyorduk sevdiğimiz düşlerle oynarken. Düşünmeyen düşdük o gün; düştük o gün, yollara. En pis başkent otogarında soluk alırken, karadeniz heyecanı taşıyorduk her birimiz; Burak, Cansu, Dilan ve bendeniz:Aykut. Koştur koştur bir o yana bir bu yana gittik. En sonunda en yeşilinden bir anadolu turizm yazıhanesine, 30 milyona 5 saatlik yolculuğu sormak kısmet oldu. Hoş kaçmazdı öğrenci işine, hemencecik uzaklaştuk netekim. Tam yine rotada tren garı, sonrasında da İstanbul görünüyordu ki, Antalya Antalya İzmir diye garip melodi tutturmuş, torba göbekli abi kesti yolumuzu, kaça İzmir dedik, 25 dedi, e paramız yok dedik, 20 dedi. Her ne kadar sonra para üstünü vermeyi unutmuş numarası yapsa da 20 liraya İzmir seyahatini almıştık ceplerimize, her birimizde binbir türlü heyecan bekliyorduk otogarın merdivenlerdi.

Şen kahkahalar önce çaycı abinin dikkatini çekti, o sohbete bi çay iyi gider abi diyordu, kimbilir nereye dökeceği ekmek parasının derdine. Olmaz abi dedik, para bir yana sevmez idük sallama çayları, sallanan şeylere hiç güvenmedik. Sarışın bir küçük kız geldi ardına, ezberden okudu yalandan dilenen dualarını, kime üzülsek bilemedik. Onu o hale sokanlara mı, onun o haline mi, dünyaya temiz gelip şimdiden kirlenmesine mi çözemedik. Biraz konuşup onu da gönderdik. Yelkovan pek sinirliydi akrebe o zamanlarda, kovalayıverdi dakikalar. Otobüse doğru ilerledik. Artık sigara içme bölümü haline gelmiş, otogar dışı otobüs önü mekanda güzel bir çember vardı kahkahalarla. Çaycı abi yine boş geçmiyordu, önce çay sordu, sonra şapkamı kaptı başımdan. Ufaktan bir sohbete giriştik ak saçlı abimle, “köye giderken bana da lazım, ama bırakmaz ki pezevenkler hemen kapıverir başımdan” diyordu, unutuyordu başımdan kaptığını 5 dakka önce. Güldük beraber, birleşin birleşin dedi bize, hayırlısı dedik. Herkes kendi aleminde, her ne kadar kesiştiğinden her zımbırtı tutarlı gibi görünse de dünya, kesişmediği anlar da oluyordu işte. Anlamıyorduk amcayı.

Bindik otobüsümüze, son demleriydi uzun yollarda garibanın, koltukları yerlerinden fırlıyor, arkaya fren eşliğinde ancak yatıyordu. En arka dörtlüyü kaptık, sol baştan Dilan, ben, Burak, Cansu oturuyorduk. Az önce koşturan yelkovan, bu sefer emeklemeyi bile hatırlayamıyordu. Önümüzdeki 3 çocuk 1 anneden oluşan çekirdek kabuğu ailenin gürültüsü, bakışları rahatsızlık bile vermiyordu. Bekledik hep beraber İzmir’i, düşkentini, denizi, maviyi. Sabahlar şerif dolduğunda, bütün şerifler hayrolduğunda biz İzmir otogarındaydık. Otogar mavi, etrafındaki gecekondular griydi. Korktuk hayallerin kırılmasından ama bildik tutmasını hiçbiri düşmeden yerlere. İki katlı otogarın altındaydı kentkartsızsan üstüne bi de parasız bırakan belediyenin halk için çalıştırdığı otobüsleri. Sorup öğrendik tabi, bindik otobüse. Hindistan manzaralı varoşlardan geçtik, binalar, insanlar Gandhi’yi özletti bize. Bağrımıza taş bastık, sonra uzaklara fırlattık. Yol boyunca zurna soloları dinledi şöför, bir ara insan sesi sandık. Eğlence oldu ancak bize bu, Dilan karnının bir kısmını ekmek arası krem peynirle doyuruyordu. İkram etti hepimize, tırstım askeri otobüslerde yediğim azarlardan ben. Pek bir değişmek hevesiyle aldım koca bir ısırık ekmekten, devam edemedim sonra. O da fazla yemedi zaten, bitince peyniri koydu çantasına geri kalan ekmeği. Cansu her eve özeniyor, dağlarda ardarda sıralanmış gecekondular en çok onu etkiliyordu. Gezinin geri kalanı için geyik malzemeseydi bize, her ne kadar o farkında olmasa da makus talihinin.

Şöförün söylemesine gerek kalmadan indik otobüsten Konak’da iç güdüsel olarak. Koştuk denize doğru, mıknatıstı mavi, çekiyordu griden kaçan Ankaralıları. Önce bulamadık umduğumuzu, mavinin yanında kahverengi hoş olmuyordu. Boşverdik, zaten her şeyin boş olduğuna dair tezimizi bir gün önce vermiştik. Zor olmuyodu. Koştu dilan gemi iskeleti heykeline doğru kırmızı hayaletin içinden de o geçti ilk, elimizde fotoğraf makinesi bir japon turistten farklı düşünmüyorduk. Sırayla hoplayıp zıpladık. Herkesin midesindeki gurultu, dalga seslerine karışıyordu, sesleri daha net duymak için son verelim buna dedik, koştuk büfeye doğru kumru almaya.

28 Temmuz 2009 Salı

Meyan Kökü


Sesli düşünmekte midem, neticede akşamın çok da geç olmayan saatlerinde yudumladı acı dumanları. Aleve pek gerek olmazdı duman için, ateş olmadan çok duman çıkarttık nitekim. Sis oldu zaman zaman, göremedik önümüzü, en güneşli zamanlarda denizi buharlaştırdık. Her yerde bir parça. Yayıldık. Bulunduğumuz kabın şeklini aldık fen bilgisi kitaplarında. Milli eğitim, acımasız bir heykeltraştı icabında. Kırıp döktüğü talaşlardı ortalığı bulandıran, kaynak besbelliki odunlardı. Konuşmayan.

Sessiz odun parçaları bulunduran güzel ülkem, marangozhaneydi en babasından. Kimbilir kaç zımpara, zamparalık yapıyordu milyarlarca kalas üzerinden. Yavaş yavaş eriyorduk, şekilli odunlar cumhuriyetinde. Pres acımasızdı. Testere testlerde, şıklar dükkanın vitrinindeydi. Hal böyleyken çark dönmez. Bak işte penceredeki ışığa, ateş olmadan, duman. Kokmayan.

Dönülmez denilen bir çok yerden dönmeyi denedik. Hiç bir dönme iyi değildir. Bir barmen mi söyledi sanıyorsun? Cık, ben söylüyorum. Sonra yeni yollar keşfettik, her şey devletten beklenilmez bu diyarda. Kendi vergimizi hayata peşin ödedik madem kendi yollarımızı da çizmeliydik. Tek yuvarlak meşin değildi, yuvarlanan çoğu şey de işimize gelmedi. İlerlemek için iyi bir seçim değil bir kere. Yokuş aşağı giderken durmak için balata yakmak, tekerleğin icadından hemen sonrasına denk geliyordu. O yıllardan beri tekerleğin üstündeydik. Gezmek istedik ama bir şey eksikti. Yolcu olduk. Görmeyen.

Asfalt hoş değildi, zift kokan taşlar, yağmuru umursamıyordu. Toz kokan yağmur geri vermiyordu hiç bir buharlaşan sevgiyi. Yalan çok popüler, popülerse çok kulaklıktı. Cama dayanıyordu zihin, asfalt sesi kafa titretiyor, şöför seçimi şarkılar iç bayıyordu. Yalancı bir koku otobüs içine sinmiş, bardağın yarısı dolu sular ikram ediliyordu yolculara. Boku; bozuk, en stabilizesinden yollara atmak kolaydı ama, boştu ulan bardağın diğer yarısı. Pollyanna minik bir kızdan fazlasıydı zihinlerde, oysa o minik kıza çoktan tecavüz etmişti yuvarlanarak giden dönek dünya.Vicdanımız polisti güya, çok kolluk bir kuvvetti hakikatten ama. Duymayan.

Kollandıkça da ahtapota benzedik. Sünger oldu derimiz, denizin ortasında pörtlemiş gözlerle gezindik. Balıklara baktık alık alık. Satılığa çıkmış bir sürü deniz hıyarıyla karşılaştık. Ne acayip bir salata kocaman derya. Ne kadar kuzuyduk, melerken bile ağzımızdan kabarcık çıktığını farkettik. Köpüklerin edebiyatı pek bir fasondu, yüzeye çıkıp patır patır patlayanları izledik. Sözdük kalamadık ama, yazdık yine bir bok elde edemedik. Birer birer vurduk kıyıya, deryadaki darbelerde yalan oldu sonra. Birer zombi olduk hemen ardına. Hissedemeyen.

Öğleden Sonra


Öğlenin sonraya varış çabasını izliyor güneş sessiz sakin, bulutlar bir oyun oynamakta ki şimdilik ağlayan yok gibi. Üşüyen bir beyne sahip olduğum aşikar, derimin hemen altındaki kırışık yorganı hissetmekte organlarım, kimisi isyanlarda kimisi uyuyor sıcacık yatağında.

Giderayak BaşarSoft'tan...

Uzuuuunca bir zamanın ardından tekrar merhaba!!

Evet bıraktığımız günden bu yana bir ton şey yaşandı, bir kere Başarsoft macerası sona erdi. Ordan başlayalım...

Evet 7 hafta boyunca çalıştığımız Başarsoft'taki son haftamızı adeta okulun son günlerini yaşayan, sürekli beden eğitimi olsun isteyen ilköğretim okulu çocuklarına benzeyerek geçirdik. Zaten bu süreç içerisinde başarsoftun teknokentteki ofisindeydik. Ofisde en fazla aynı zaman diliminde 3 yazılımcının olduğu oldu, onun haricinde hep rahat, hep boştuk. Son günlerimiz boyunca, kendimi dışarıdan aldığım bir proje olan alfalab internet sitesi projesine adadım. Gün boyu onunla uğraşırken arada bir diğer yazılımcı abilere takılarak son iki haftayı doldurdum. Ofisdeki kral adamlardan Mustafa Abi ile Visual Studio da site nasıl yapılır temalı çalışmalar yaptık, bunlar da fazlasıyla güzeldi. Neticede güzel staj notlarına sahip olduğumuza emin olarak stajımızı bitirdik. Hatta yazılım müdürü olmuş olan Alper Abi ile konuşarak bundan sonraki projelerde yer almak üzere sözleştik, bir nevi part time iş diyebiliriz tabi. Bu noktaları düşündüğümüzde, her ne kadar canımız çok sıkılmış, içimiz daralmış olsa da cebimizi doldurup, güzel bir reputation'a sahip olarak stajdan ayrıldık. Elbet arada sırada şirkete yine uğrayacağız.

Şimdi dönüp geriye bakınca bu staja 10 üzerinden 7 notu ancak verilebilir gibi duruyor. Çünkü Başarsoft herşeyden önce bizi hayalkırıklığına uğrattı. Ellerindeki personelin yeterli düzeyde olmadığını malesef her seferinde gördük. Genelde haritacılıkla ilgilenen çalışanlar, genel olarak ortalama entelektüel seviyenin de altındaydı. Şimdi bu cümle her ne kadar rahatsız edici de olsa, üzerlerine takım elbise geçirmiş bir ton çalışanı bulunan, sektöründe lider bir firmanın ister istemez belli bir entelektüel seviyenin üstünde elemanlara sahip olması gerekiyor. Bu seviyenin altında bir bakış açısına sahip olmaları sebebiyle de çalışanların vizyonları beklediğimizden çok dardı. Tabii bu cümleyi kesinlikle 5 tane yazılımcı abiyi tenzih ederek kuruyorum. Çünkü 5'i de hem eğlenceli hem de zeki adamlardı. Zaten ilerisi için part time çalışma teklif etmemizin asıl sebebi de yazılımcı abilerle aramızdaki güzel iletişimdi.

Peki bu şirket ne yapmalı? Öğrenci gözüyle, dışardan bakan biri olarak benim görebildiğim çözümler şunlar, bir defa çalışanlar için daha rahat bir ofis ortamı sağlanmalı. Yemeklerinden tutun da idareci-çalışan ilişkilerine kadar bütün şirketin profesyonel bir danışmanlık alması gerektiğini düşünüyorum. Bunun haricinde çalışan tercihinde daha elit bir kitle seçilmeli, her ne kadar bu seçimlerin ucuza eleman bulma kaygısıyla yapılmış bir şirket politikasının sonucu olduğunu düşünsem de elit kitlelerin Başarsoft'u daha ileriye taşıyacağını düşünüyorum. Yazılımcı sayısı artırılıp, onlara inovasyona yönelik bir ortam sağlanmalı. Şu an için yapılan işler, ihale al-projeyi yap sırasıyla yürümekte. Haliyle üretim aşamasında kaybedilen zaman şirketin katma değer kaybı. Oysaki eğer yazılımcı sayısı artırılıp, Başarsoft kendi ürünlerini piyasaya sürerse bu girişimci yaklaşımın meyvelerini toplayabileceğini düşünüyorum. Ve son olarak da stajyerler. Evet, ülkemizde malesef şirketlerin stajyerlere dair vizyonu çok dar. Bunda elbet üniversitelerin piyasa çok çok uzak eğitim stillerinin etkisi olabilir. Fakat, şirketlerin bu noktada daha cesur hareket etmesi gerekiyor. Başarsoft'a baktığımızda üç yazılımcı stajyer(ben, Burak ve diğer ODTÜ'lü arkadaş) gerek kariyer gerek de bilgi seviyesi olarak Başarsoft'a çok fazla şey katabilecek, yenilikler getirebilecek vizyona sahiptik, böyle olmasa bile bizi 1 haftalık eğitimden geçirseler, orada kendi yazılımcıları gibi çalışabilirdik. Bu imkan bize sunulmadı. Haliyle Başarsoft'a en ufak bir katma değer sağlamadığımız 7 hafta geçirdik. Elinde 5 adet yazılımcı bulunan bir firmanın dışarıdan gelebilecek yardımları daha zekice değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Şimdilik bunlar var elimde ilk staja dair..

Görüşmek üzere..

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Ne kadar Soft?

6 günün ardından tekrar merhaba,

Bir bilgisayar mühendisinin ya da bilgisayar mühendisi adayının başına gelebilecek en kötü şeylerden biri sanırım bilgisayarının bozulmasıdır. Geçtiğimiz hafta çarşamba günü her şey güzel giderken, birden uzaylı zebra background'u veren laptopum bana bu kötü duyguyu yaşattı. Stajımı yürüttüğüm şirkette herkes kişisel dizüstü bilgisayarından işlerini yürütüyor olduğundan mütevellit kalakaldım öylece. İşbu problemlerden ötürü de uzun süredir bloguma herhangi bir kayıt giremiyordum. Bugünse akrabamızdan ödünç aldığım laptopla işlerimi yürüteceğim. Umarım kısa zamanda da çözülür bu laptop problemi.

Neyse, kişisel konuyu geçtikten sonra staj gözlemlerimize devam edelim.

5. haftamıza girdiğimiz şu gün, artık kendinden çok emin, etrafı izleyen, hapşırana "çok yaşa!" diyen, ortama yeni espriler katan iki stajyer haline evrimleştik Burak'la. Geçen haftanın sonlarında Serdar Abi(ki kendisi şirketteki 5 yazılımcıdan bir tanesi) ile yaptığımız sohbet son puzzle parçasını da yerine oturttu ve işlerin nasıl döndüğü üzerine fikirlerimiz netleşti. Onca insanın, alt katta mühendis sandığımız görevlilerin bütün olayı harita veirlerini girmekmiş. Bütün yazılımı koca şirkette yapan 5 kişi var. Ve haliyle mühendis olan, mühendis gibi çalışan da bu 5 kişi. Geri kalanı yazılım hakkında belki bizden bile daha az şey biliyor olabilir. Muhabbetin devamında bir stajyerden beklenen nedir?, biz napıcağımızdan emin değiliz, ne önerirsin? çapında sorular yönelttik Serdar Abi'ye. Bu konuda da içimiz fazlasıyla rahatladı. Aslında bizden beklenen fazla da bir şey yok. Herkes kendi işine bakıyor. Biz de önümüzdeki internetle öğrenebildiğimiz kadar şey öğrenmeye çalışıyoruz. Sanırım stajyerden tek beklenti, o da beklenti bile değil belki, olası iş potansiyeli. Yani, yarın bir gün navigasyon yazılımı ihtiyacı olan bir tanıdığımız olursa onlara gönül rahatlığıyla Başarsoft'u önerebilmek. Sanırım ben onların bu beklentilerini karşılamayacağım :). Ama olsun, yine de bir şirketi yerinde gözlemlemek fazlasıyla güzel. İnternet ve web-tasarım macerası da tam gaz gitmekte. Elimden geldiği kadar şey öğrenmeye çalışarak yürütüyorum işleri.

Staj süresince daha önce de belirttiğim üzere para kazanmak adına da bir çok iş peşindeyim. Bu işlerden yeni birisi bugün karşımda. İş çıkışı, Beysukent civarında bir şirketle bir yazılım ihtiyaçları üzerine konuşacağım. Bakalım onun sonu nasıl olucak? Yakın zamanda görüşmek dileğiyle!

30 Haziran 2009 Salı

Zarf değil mi o ya?

Merhaba,

Sabah beri çalışmaktayız yine. Önce HTML Tag'lerini tekrar ettikten sonra XML kullanmayı öğrendim. Az sonra da JScript'le devam edeceğim. Bu sırada Burak'da kendi web sitesiyle uğraşmakta arada ona da bakıyorum.

Gel gelelim günün olayına; bugün ofiste içinde para olduğunu tahmin ettiğimiz zarflar dağıtıldı. Ayın 30'u olduğunu düşündüğümüzde aslında çok da garip bir olay olmayabilir. Ama işlerin böyle olduğunu bilmiyorduk tabi. Sinirli, bıyıklı Yavuz abi, elinde zarflar isim isim insanları dolaşıp griden zarflarını dağıttı. Para cebinden çıkıyormuşcasına üzgün, sinirliydi. İlginçtir kimse zarfını açıp içinden ne çıkacak diye bakmadı. Sanırsam herkesin ne kadar kazanacağı belli. Şu an ofis de Burak ve ben de dahil olmak üzere 4 stajyer 2 profesyonel olmak üzere 6 kişiyiz. Nedense parayı alan başka yerlere doğru yola çıktı:) Elbet sebebin bu olup olmadığını bilmiyoruz ama bugün ofis her nedense pek bir sessiz pek bir boş.

Bunun haricinde web sitesi projeleri hakkında fikir geliştirmeye devam ediyorum. En yakın zamanda implementasyona başlayacağım. Çarşamba gününe yetiştireceğim bir inşaat firması web sitesi tasarımım var duruma göre de cumartesi ya da pazara yetişecek biletken tasarımı da mevcut. Bütün bunlar devam ederken bir yandan kendi web sitemi de artık yayımlamak istiyorum. Bu yayımın ardından akluhikmet de yine bir revizyondan geçebilir. Şimdiden blogger için tema bakıyorum, güzel bir şey bulunca temamı da değiştireceğim.

Bu arada mavi bilgisayar muhtemelen bir çok yerde duyduğunuz üzere battı. Enteresan tarafı geçen dönemin sonunda yapılan Odtü'deki programlama çalışmasındaki hediye çekleri mavi bilgisayar'a aitti. Sevdiğim bir arkadaşımın grubu yarışmada üçüncü oldu ve 1 milyarlık hediye çeki kazandılar, daha çeki kullanamadan şirket battı, bakalım hakettiği parayı kullanabilecek mi? Gelişmeleri burada yine aktarıyor olacağım.

Plazada maaş günleri daha bir serin, şimdilik bu kadar benden :)

29 Haziran 2009 Pazartesi

Aa! Bulut var altımda!

Merhaba,

Bayraktar Center'ın 12. katından, Başarsoft ofisinin en köşesinden selam olsun tüm pilotlara. Uçağa binmeyi ne kadar özlediğimi düşünürken, ofisdeki uçak ambiyansını gözden geçirmek aklıma bile gelmemişti. Şimdi farkediyorum kibrit kutusu binaları, nokta kadar insanları.

Evet, abartıyorum fazlasıyla. Çünkü canım sıkkın, moralim de bozuk bir miktar. Daha önce bahsettiğim üzere MapXtreme-Java ortaklığı sinirimizi bozmuş her bir tarafımızda .net kullanan güler yüzleri görüp hevesimiz kaçmıştı. Ki geçen haftanın son günü dayanamayıp Alper Abi'ye .net'e geçmek istediğimizi söyledik. O da kabul edip ufaktan bir de görev vermişti. O anın gazıyla bir kez olsun, nihayi görevimizin aslında Java Mobile Edition'la ilgili olduğunu düşünmemiştik. Olsun, tam gaz .net'e başladık. Peki başladık da ne oldu? Sinirlerimiz bir kez daha bozuldu.

.net kullanmak visual studio da yazdığımız sitemizi görüntülemek için bilgisayarımıza iis(Internet Information Services) kurduk. Vista ile beraber gelen IIS sürümü 7. sürüm, şirkette ise herkes IIS6 kullanıyor. Ve her nedense IIS7 ve IIS6 arasında dünya kadar fark var. Daha bugün ilk kez doğru düzgün IIS'i kurup çalışmaya başladım. Bu sefer de IE8 menşeili hatalar kendini gösterdi. Zaten yeni olduğumuz konuda buglar çıktığında insan çıldırıcak gibi oluyor. Çünkü bazen çok ama çok basit bir konu bile bilmeyene büyük zorluklar çıkarabiliyor. Halen visual studio'da olsun, mapxtreme .net versiyonunda olsun anlamadığımız, algılayamadığımız bir çok konu var. Şu an yapmaya çalıştığımız şey, çıkardığımız haritaya mouse tekerleğiyle zum yapabilmek. Haritanın herhangi bir noktasındayken mouseumuzun tekerini çevirdiğimizde o noktayı center alacak şekilde zoomin ve zoomout fonksiyonlarını gerçekleştirecek bir harita. Google maps deki uygulamanın aynısı. Konuyla ilgilenenler tahmin edicektir ki küçük de olsa bir ajax yardımına ihtiyacımız var, fakat hem ben hem de Burak bu konuda tecrübesiziz. Burak şu an yanımda ajax çalışmakta bense biraz nefes almaya çalışmaktayım. Az sonra sanırım kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Bunun haricinde ofis hayatı aynı sıkıcılığını sürdürmekte. Alper abi zaten gelmiyordu, Serdar abi de gelmez oldu yetmiyormuş gibi Yavuz abi de Kayseri'ye gitmiş. Sağolsun Mustafa abi şu sıralar bizimle ilgilenmekte ve fazlasıyla yardımcı olmakta. Onun gösterdiklerini uygulayıp kendimiz de google ın nimetlerinden faydalanarak ilerlemeye gayret gösteriyoruz. Bugün anlamsız bir ofis toplantısı yapıldı belki bu konuyla ilgili de detay verebilirim sonra.

Bayraktar Plaza da son durumlar böyle.

Görüşmek Üzere!

24 Haziran 2009 Çarşamba

Plaza İnsanı Yemek Yer mi?

Ofisden gözlemlere devam ediyoruz..

Uzaktan bakınca sanki plaza insanı sadece lüks kafelerde yemek yer, telaffuzunda zorlanılan kahveleri içer gibi görünüyor. İnsan ister istemez geriliyor haliyle onca plaza insanının yanında. Çünkü muhtemelen hiçbiri bilmiyor ofise gelmeden önce yediğim anneanne gözlemesi hakkında herhangi bir şey..

İçine girip gördüm, yok öyle bir şey. Hepsi de normal insan gayetiyle, ofise gelip kek satan abiyi hepsi dört gözle bekliyor, ofisde demledikleri çayı içip, ofisin mutfağında yemek yiyorlar. Neysem, ofisde yemek gerilimindeyiz bu aralar fazlasıyla. Şirket içerisinde buradaki ofisde 30 küsür çalışan var, her gün neredeyse hepsi 7 kişilik mutfakda sırayla yemek yiyorlar. Yemek kişi sayısına göre tencerede geliyor. Haliyle kişi başı 3 köfte, kişi başı 2 kepçe çorba, kişi başı 4.17 gram sütlaç gibisinden bölünmeler oluyor. İlk giren gruplar genelde toplam yemek miktarını görünce bu bölünmeleri pek umursamıyorlar, haliyle her yemek sonu abuk subuk streslere sebep oluyor. İşin garip yanı sorulunca, böyle aslında 3 köfteydi hakkımız ama 2 yedik biz gibisinden cevaplar veriyorlar :). Neyse ki yemek yiyen ilk gruplardan olduğumuz için ben ve Burak'ın başına daha böyle sorunlar gelmedi. Ama uzaktan bakınca böyle afili, zengin duran şirketin yemek konusunda böyle sıkıntılar yaşaması komik görünüyor. Ofisdeki tek gerilim buydu şimdilik, a bir de dün yandaki ofisdeki bağırışmalar var tabi de, o ofis fazla yönetim bizim için, bilmiyoruz haliyle ne oluyor ne bitiyor.

Şu an çaprazda Yavuz abi, "kahpe kader" şarkısını açıp bu şarkı çıktığında 6 yaşındaydınız diye bizle dalga geçiyor:) . Evet, çalışmak zamanıdır. Buluşmak üzere..

Çarşamba çarşafa dolanır..

3. haftamın çarşamba gününün öğle arasına hemen yakın bir zamanından Merhaba,

Bugün Alper Abi yine gelmedi ve biz yine çalışıyoruz. Derdimiz hala, masaüstünde çalışan harita programımızı bir jsp, bir applet, bir servlet haline getirebilmek. Tabi bunun için temel bilgimizin olmaması bizi büyük sıkıntıya soktu. Fakat çalışarak sanırım her şeyin üstesinden geliniyor. Bugün için verdiğimiz karar şu yönde. Ben bir koldan JSP, Burak da bir koldan servlet üzerine çalışmakta. İkimiz de deneye yanıla öğreniyoruz. Aynı zamanda öğrendiklerimizi de birbirimize anlatıyoruz. Esasen gayet efektif çalışır haldeyiz. Ben pek memnunum bu durumdan. Öğleden sonra da Alper abi gelirse her şey çok daha güzel olacak yüksek ihtimalle.

Bu arada ofisde herşey aynı tatda sürmekte. Şişman renkli gömlekli abi iğrenç ötesi mizah anlayışıyla espri yapmaya devam etmekte, hemen karşımızda oturan sarı saçlı sessiz abla ilkokul öğretmeni modunda devam ediyor hayatına. Serdar abi nedendir bilinmez pek bir üzgün gibi, kulağında kulaklık çalışıyor, her öğleden sonra da bir yerlere gidiyor. Hemen çaprazımızdaki işbilen Yavuz abi, sanki başka bir şirketten teklif bekler gibi, yaptığı işten de zevk almadan etrafına yardım ediyor. Yanımızdaki Fatih abi, hatta belki de Fatih, hala msn, facebook ikilisinden kurtaramadı kendini, ama yinede iki haftadır yusuf yusuf bir şeyleri yetiştirmeye çalışıyor. Öğlen yemekleri de hala çok güzel..

Bu arada, Prof.Dr.Fazlı Can ile yapacağımız yaz projesi de bizi gayet heyecanlandırmakta. Her ne kadar staj süresince çok fazla ilgilenememiş olsak da, şimdilerde o konuda da gayetiyle çalışıyoruz. Pazar günü toplantımız var ve heyecanla o toplantıyı bekliyoruz. Orada yapacağımız proje hem benim adıma hem de Burak adına büyük önem taşıyor, çünkü üçüncü haftanın ortalarına yaklaşırken ikimiz de kendimizi akademisyenliğe daha yakın hissetmeye başladık. Haliyle belkide atacağımız ilk akademik adım olan Information Retrieval Group projesi bizim için büyük bir fırsat.

Aynı zamanda microsoft stajı için de kendimi hazırlamaya başladım, orada kullanabilmem için ASP, .NET, VB, C# çalışıyorum muntazaman. Bunlar için tutoriallar izleyebileceğim, okuyabileceğim siteler buluyorum. Bu arada "biletken.com", "alfa-tr.com" web tasarım, web programlama işleri ile ilgili de hızla çalışmaya ve tasarımlar yapmaya başladım. Bütün bu anlattıklarımın sonunda şunu çok rahat söyleyebilirim ki, çok verimli bir yaz geçiriyorum, kendimi geliştirmek adına da büyük adımlar atıyorum. Bir çok şey öğrendim, bir çok şey uyguluyorum, bu çok keyifli. Umarım meyvelerini toplayabilirim.

3. Hafta!

Merhaba,

Uzun bir aranın ardından yine yazıyorum buraya, 3. haftamın ilk gününden. Evet, nihayet 3. haftaya girdik. Şu an günlerden salı, dün Burak rahatsızlandığı için işe gidemedik. Ama bugün sabah beri ikimiz de tam performans çalışıyoruz.

2.haftada olanlara dair ufak bir özet yazmak istedim.

İşler 2.haftanın ilk günü harika bir hal alsa da geri kalan günlerde yeterince tatmin olamadık. Evet, her ne yazarsanız yazan sadece Düzce'ye götüren über programımızı geliştirdik. Çok da güzel bişiy oldu. Ama onun ardından hiçbir şey olmadı. Bütün hafta boyu kendimiz çalıştık. Bu çalışma yurtta yapabileceğimizin çok üstünde olduğundan aslında ikimiz de mutluyuz. Ama somut bir şeyler görememek de insanı biraz garip hissettiriyor.

Hafta içinde ofis içinde garip bir konum aldık. Her öğlen yemeğinde sırasıyla bir benim bir Burağın yaptığı iğrenç espriler sürekli yemekleri zehir etse de biz çok eğlendik. Ha bu arada yemek demişken, ofisin yemekleri çok güzel, çok mutluyuz o yüzden. Yeni stajyerler vardı bu arada bu hafta içinde, bir adet kızıl saçlı kız, bir adet de ankaragüçlü meslek liseli genç. Kızıl saçlı kızın bir hafta boyunca sesini dahi duymadım. Geldi, şu an burda olmadığına göre de gitti. Ankaragüçlü genç ise ofisde varlığını buram buram hissettirdi. Herkesin yanında herkesden bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Ha, ne kadar öğrendi ya da ne kadar anladı orasını bilemeyiz. Ama hevesi ben ve Burak'ın örnek alabileceği düzeydeydi. Enteresandır ki o da gitmiş gibi görünüyor...

Bugünse yeni bir stajyer daha var. Merak ettik doğrusu kendisini.. Ofis hala eskisi kadar sessiz, herkes kendi halinde çalışıyor, ben ve Burak da "servlet" öğreniyoruz hala. Bakalım ne kadar ilerleyebileceğiz..

İlerleyen zamanlarda görüşmek dileğiyle :)

İlk Hafta İzlenimleri

Her ne işde çalışırsanız çalışın haftanın son gününe ulaşmanın verdiği dayanılmaz hafiflik gerçekten paha biçilemez. Evet, ilk haftamı tamamlıyorum Başarsoft'da. Teknik anlamdaki ilerlemeden memnun olduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. İlk haftanın sonunda MapInfo ve MapXtreme'in yanında önceki java bilgimizi tazeleme olanağı da bulduk. Onlarca MapXtreme+ Java örneği incelememizin yanında, kendi ilk yazılımımız olna, ve şu an enteresan bir şekilde sadece Düzce'ye zum yapan, "Tüm yollar Düzce'ye" mottosunu verdiğimiz programımızı da yazdık.

Ofis hayatına ve ofis soğukluğuna alışmak zor. Dün itibariyle bizden asıl sorumlu olan Alper abinin ofise gelmesiyle ortam baya bi ısındı. Erkek mühendisler arasında yarım saat içinde başlayan "dondurma yalama" esprileriyle donanmış muhabbet bir halısaha maçıyla son buldu. Evet, muhtemelen yakın bir zamanda ofisdekilerle halısaha maçı yapıcaz. Maçın ardından ofis hayatı bizim için elbet çok daha farklı olucaktır.

Neyse,

Ofisdekilerden bahsetmek istiyorum biraz.

İsmini bilmediğim hemen yanımızdaki abi;
Enteresan bir adam, bi defa sürekli msn'i açık, acayip deli muhabbet yapıyo birileriyle, değişik değişik yazı stilleri falan enteresanımıza gitti. Zayıf bi adam olmasına rağmen sabah poaça getiren adamların fanboy'u olmuş durumda adeta. Halısaha maçında kanat oynar o kesin, görür gibiyim koşuşunu. Geçenlerde böyle sakallı makallı heriflerle bişiler konuşuyodu. Adamlara da kek ısmarladı :D

Onun karşısında oturan bugün İzmirli olduğunu öğrendiğim abi;
Hafif bir kirli sakalı ve ondan çok daha ağır bir yeri var şirkette. Mühendis olduğüu her halinden belli, yaptığı işten de belli ki anlıyo, nitekim böyle ayrı odası olan adamlar falan, bu abiden bişiler yapmasını ancak rica edebiliyo, 5 günün 3 ünde yoktu, ondan çok yorum yapamıyorum.

Onun yanındaki, kral adam Serdar abi;

Kırmızı tişörtü inanılmaz sempatik gülümsemesiyle muhteşem mühendis. .NET le uğraşıyo, aslında çok fazla koda girmiyo gibi. Bilgisayarıyla takılmakta, güzel işler yaptığından kimse bişiy de diyemiyor. Geçen gün dondurma yalama esprisiyle yardı hepimizi, bak hala gülüyorum :)

Serdar abinin yanındaki sarı saçlı teyzemsi abla;

Aslında böyle sanki şirket sunumlarında hoş görünümlü bi bayan bulunmalı kuralından mütevellit burda gibi. Ama onun dışında kendisini de geliştirmiş gibi. En azından eğitim alanında iş yaptığı ortada. Bi de galiba MapInfo'yu da o türkçeleştirmiş. Eline sağlık. Öğlen yemeklerinde falan tabakları o dolduruyo, böyle bi ev hanımı tribi var, öyle işte.

Kısa boylu şişman takım elbiseli karizmatik abi,

Aslında bu adam kendini anlatmış oldu şu an. Sürekli böyle bi telefon görüşmeleri falan. İnsanları oyalamak üzerine özel bir yeteneği var gibi. Bi işe yaramıyo sanki bu iş dışında, ama deli trip atar sanki koltuğuna minder koymuş, bi de sırtlık var :) rahatına düşkün diyebiliriz.

Topsakallı uzun boylu kel abi,

Ofisin tartışmasız en şık adamı, böyle hem o telefonlara falan bakıyo, hem de kendi laptopunda bi işlerle uğraşıyo. Sunumlara falan da gittiği kesin gibi. Eğitimle ilgileniyo olabilitesi yüksek.

Şişman uzun saçlı, sakal bırakmaya çalışan abi,

Fasülyeyi yoğurtla yediği andan itibaren saygımı kazandı benim. Binbir cins renk gömlek giyiyo, konuşması acayip Ankaralı sonra. Hoş bi adam, bi kez Alper abi böyle bize ufak çaplı bir eğitim verirken çok nefis ahkam kesmişti, ama güzel oldu bi sürü şey öğrendik adamdan. Yemek masası onsuz olmaz gibi.

Onların hemen karşısında oturan asabi, şık, jöleli abi;

Bu adam sinirli olduğundan sürekli önce bi kıl olmuştum. Ama sonradan sonraya bakınca tek derdinin ofisdeki laubalilik olduğunu görür gibi oldum. Sanki burda çalışmamalı sanki böyle çok uluslu şirketlerden birinde olmalı gibi. O da çok şık, sessiz sedasız işini yapıyo, takdir.

Kel, bıyıklı, enerjik, bağırmalı abi,

Baştan söyliyim sevmedik bu adamı, nedir ne değildir bilmiyoruz, ama herkes korkuyo. Hani patron falansa eğer harbiden çok tırt bir durum var, o yüzden öyle olmadığını düşünüyorum. Ama nasıl bu kadar güçlü olabilir, millete emirler falan veriyo, zaten yüksek sesli konuşuyo, böyle bir hareketli aşırı, rahatsız edici bulduk çok. Azalarak bitsin.

Arkamızdaki ofisdeki tiz sesli yetkili abi;

Nedir ne değildir bilmiyoruz. Yani gelip o tip tiz sesiyle milletten bişiyler rica edip duruyo. Ama yetkili olduğu kesin, az önce bize "stajyerlerim facebook'a falan girmeyin öyle çok sık yerim" falan gibisinden bişiy dedi. Ulan gün boyu belki bir iki kez en fazla girmişizdir. Zaten yusufyusufuz, artı ofisde en çok işine bakanın biz olduğumuzu da rahatlıkla söyleyebilirim. Ne demeye böyle bişi dedi, otorite çünkü, acayip korktuk şimdi ona nası da saygı duyarız. Sevmiyorum böyle adamları, evet.

Veeee... Alper Abi;

Tartışmasız ofisin en bomba insanı, kıyafetleri falan bile nasıl kalıplara bağlı kalmadığını gösteriyo, bize inanıyo güveniyo. Bu çok güzel bir duygu. Burak'la onun yüzünü kara çıkartmamaya da çalışıcaz, çalışıyoruz da. Bizimle birlikte iş yapmak istemesi çok güzel. Artı muhabbeti de inanılmaz keyifli, ofise uğradığı zamanlarda ofisin bütün havası değişiyor.

Böyle işte ufak çaplı özeti ofisin, bayraktar center'dan bütün ankara görünmüyo, ama görünüyo diyebilmek isterdim. baya bi kısmını görüyorum çünkü. Burda insanların acayip bir düzeni var, kimse etliye sütlüye karışmıyo ama bi yandan da bir reklam tripleri mevcut. İlk haftanın sonunda, akademisyenlik ve özel sektör konusundaki seçimimde sanırım akademisyenlik önde gidiyor.

Plazalarda hava enteresan, ütüsü olmayan, buralara pek yakışmıyor.

Microsoft

Bir işe başlanıp da daha ilk günden izin alınır mı? Alınırmış efendim. Salı günü önemli bir görüşmem olduğunu söylediğimde, ben daha izin mevzuuna girmeden, "tamam, tamam, çarşamba gelirsin" dedi Başarsoft yetkilileri. E onlar böyle istiyorsa sorun yok demektir. İlk günden alınan iznin keyfiyle gittim yurduma, odama.

Salı günü baştan aşağı Microsoft görüşmesi gerginliği vardı üstümde. Halihazırda girdiğim bir iş görüşmesi yok. Başarsoft stajı da arkadaş kıyağı sayesinde oldu netice. Ne yapılır ne edilir bilmemek kötü, hemen "Google it!" mottosuyla hareket edip internetten iş görüşmesi araştırmalarına bakmaya başladım. Tahmin edersiniz ki, microsoft iş görüşmeleri araştırmasının sonucu pek iç açıcı değildi. Kafamda zilyon tane senaryo belirdi. Korkuyla ve heyecanla saatin 1 olmasını bekledim. Bu sırada da sürekli kendimi, "bişiy olmaz abi, olsa da tecrübedir, ne stres yapıyon ya" larla telkin ettim. E saat geldi çattı 1 oldu. Bindim CyberPark plazanın asansörüne ve 4. kata çıktım. Her katında yaklaşık 10 şirket barındıran plazanın son katı tamamıyla microsofta aitti. Çıkar çıkmaz beni takım elbiseli güvenlik karşıladı, bir deftere ziyaretçi imzamı attım, defterin kalınlığı ziyaretçinin bolluğu demekti.Güvenlik doğruca beni aldı ve kocaman, uzuncana bir toplantı odasına götürdü.

Ve beklemeye başladım. Ofis diğerlerine benzemiyor bir kere, baştan aşağı yeniden dizayn edilmiş. Toplantı odası da pek bir afilli, Süheyla Hanım geldi. Güleryüzün nasıl insanları rahatlattığını o zaman anladım:). Microsoft Türkiye'nin neler yaptığından bahsetti ve benim hayallerimi sordu. Anlattım tabi elimden geldiğince derdimi. Başarılı denilebilicek bir görüşmenin ardından gayet mutlu bir şekilde yurdun yolunu tuttum. Bu şu demek, staj günlüğü 4 eylül'e kadar vizyonda!

İlk Gün

Beklenen an gelir..

Siyah bir pantolon, çizgili bir gömlek, kolda en parlağından bir saat. Minik bir plaza insanının en basit profili olsa gerek. Başladım işte bu adımlarla.

Ortalama 30-40 metrekarelik bir ofiste masa başında kendi laptopumla çalışıyorum. Şirket navigasyon sistemleri üzerinde çalışmakta. Harita işleri ve onlara dair yönlendirme yazılımları. Bu işlerin üzerindeki rolümüz genel anlamda onların ne yaptığını anlamaya yönelik. Sabah keyifli başlıyor, ilk izlenimler güzel. Ofiste Bob Marley bile çaldı bir ara. Seviniyoruz diğer stajyer arkadaşımla. Elimizde MapInfo kitapları ders çalışıyoruz. Öğlen yemeği heyecanı var hafiften...

Öğlen saati geldiğinde ofisin 7-8 kişilik mutfağında, sırayla yemek yendiğini öğreniyoruz, ve ilk ekipte biz bulunuyoruz. İlk gün için çıkabilicek en güzel yemek çıkıyor karşımıza: balık. Hayır, harbiden bunun için ayrı bi paragraf açılırdı aslında. Yani nasıl olur da ilk gün balık çıkabilir? Yenmesi bir ofisde daha rezil edici bir yemek var mıdır acaba? Elimizde bir çatal ve bir kaşık, balığın ulaşabildiğimiz etlerini yiyoruz. Elbet bir çoğuna da ulaşamıyoruz. Yemeğin ardından her nedense her şey tersine gidiyor. Bob Marley çalan ofiste, Sibel Can, Serdar Ortaç hatta İsmail Türüt falan çalmaya başlıyor. Herkesin kulağında bulunan kulaklıklar artık daha anlamlı hale geliyor. Acaba onlar ne dinliyorlar. Ofiste mutfağa girip, kendilerine nescafe dolduran insanları görüyoruz, nasıl yapılır nasıl edilir fikrimiz yok. Su içmeye bile ilk cesaretimiz, saat 3 civarı oluyor. Yorgunluk yavaş yavaş baş gösteriyor ve bitmesini bekliyoruz herşeyin. Ofis hayatı yavaştan öğrenciyi bayıyor. Plaza sıkıntılı, center bozuk.

Ben Nerdeyim?

İşbu kategori, ilk kez iş hayatına adım atan yıllanmış bir öğrencinin staj gözlemleri ve deneyimlerini içermektedir. Eğer, hala bir öğrenciyseniz, ve iş hayatına atılmanıza önünüzde uzuuuunca bir zamanınız varsa, hiç bu hataya düşmeyip, hemen yeni bir blog açabilirsiniz okumak için. Sonra, "uyarmadı" demeyin.

Adım Aykut. 27 yaşındayım. Ameleyim.

Hayır, tabii ki. Adım doğrudur,ammavelakin Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği 3. sınıf öğrencisiyim. O da bir çeşit amelelik elbet ama, daha modern duruyo. İlk stajım 8 Haziran Pazartesi günü Başarsoft'da başlıyo.

Ne diyelim, keyifli okumalar!

Nerden Başlasam?..

Uzuuunca bir ayrılıktan sonra tekrar merhaba,

Yoğun okul dönemi nihayet sona erdi ve yepyeni bir maraton olan staj başladı. Stajla ilgili gözlemlerimi ve tecrübelerimi http://stajgunlugu.blogspot.com adresimde bulabilirsiniz.

Stajla birlikte başlayan bu kendini geliştirme dönemimden bahsetmek istiyorum. İçimdeki tasarım hevesi ve internete olan ilgim beni bu konuda bir adım atmaya itti. Ve fakat bu adımı hangi yöne atacağım sorusu hala aklımı karıştırmakta. Hepimiz, internet dünyasına, yazılım dünyasına, hatta ve hatta genelleştirecek olursak bilgisayar dünyasına adım atarken aynı soruyla karşı karşıya kalıyoruz;

"Nerden başlamalı?"

Yüzbinlerce kavram var karşımızda; ASP, JSP, .NET, JScript, ADO.NET, jQuery, json, Servlet, MYSQL, Oracle vs. vs. Sadece ufacık bir düşünme sürecinde bile karman çorman bir sırayla karşımızda bütün bunlar. Peki nasıl olucakta bütün bunları içinde kocaman tasarım ve programlama hevesi olan bir insan öğrenicek. Nerden başlamalı hangi adımları atmalı?

Basit programlama bilgisiyle, hevesli bir coder, geek adayı ne kadar ilerleyebilir? Günler içerisinde neler olur? neler biter öğrenicem, öğrenicez..

Kullanıcı Arayüzü Üzerine

Kuşkusuz kullanıcı penceresinden baktığımızda, bir programın kullanıp kullanılmayacağını en önemli ölçüde etkileyen etme kullanıcı arayüzünün dizaynıdır. Tıpkı günlük ilişkilerimizde karşımızdaki kişinin görünümünün iletişimimizi ilk olarak ve doğrudan etkilediği gibi, kullanıcı arayüzü de programla kullanıcı iletişimini belirler.

Bembeyaz bir sayfa, renkli 6 adet harf. Milyondolarlar düzeyinde servetin bu kadar basit bir sebebi olduğunu söylemek zor değil. "Google" dan bahsediyorum tahmin ettiğiniz gibi. Kullanıcının kendine dost edindiği bu sempatik profesör, bir arama motoruyken, şimdi hayatımızı her alanda kolaylaştırmakta. Ve hala bembeyaz sayfa üzerinde 6 adet harf, fazla bir şey değil. Rahat, renkli bir tişört giymiş, altında şortu ve sandaletiyle bizimle iletişime geçen bir dost google. Üstelik bütün sorularımıza cevap vermekte. Haliyle kendimizi hep yakın hissediyoruz.

Bir başka örnek şimdi; Adobe Photoshop, kötü çekilmiş hiç bir sanat eseri niteliği taşımayan fotoğrafları bile birer şahasere dönüştürme yeteneğine sahip program ilk açtığımızda korkutucu bir arayüze sahip. Paletlerin çokluğu, yapabiliceğiniz işlem sınırının çok çok uzaklarda olduğunu göstermekte. Takım elbisesini giymiş genç iş adamımız, dinamizmiyle bizim emrimizde. O bir dost değil, o bir iş arkadaşı, o daima yanınızda olduğunu hissedebiliceğiniz bir yardımcı.

Verdiğim örneklerde anlatmaya çalıştığım nokta basit aslında. Her kullanıcı arayüz dizaynının bir ruhu var. Kullanıcı açısından bakıldığında, aslında programla iletişimini ve ilişkisini design birebir etkilemekte. Designer açısından baktığımızda ise, programı veya siteyi ve bunların amaçlarını doğru tesbit etmek sanırım dizayna başlamadan önce ilk analiz edilmesi gerekenler. Doğru bir site analizi, ve doğru bir gerçek hayat simülasyonuyla, gerek site gerekse program kullanıcı arayüzü tasarlamak çok daha kolay olsa gerek.

Dizayn hazırlıkları diyebiliriz sanırım.

Flow: Yaptığınız İle Akmak!

Mutlu bir yaşam çoğumuzun istediği hayatında. Hatta mutlu bir geleceğe dahi tav oluyoruz. Sanırım bunun en vazgeçilemez, en önemli şartlarından biri de, yaparken tatmin olduğumuz işi yapabilmek. House MD'de Taub'un dediği gibi biraz, bize "Bugün önemli bir şey yaptım." dedirticek bir iş. Bizi uyurken rahat ettiricek bir iş.

İşte "Flow" konsepti tam da bu aşamada karşımıza çıkmakta. Flow, türkçesiyle "akmak" insanların yaptıkları işle beraber akmasını sembolize ediyor. Tabii bu noktada bir çok kavram kargaşası da ortaya çıkmakta. Nedir insanların yaptıkları işle beraber akmasını sağlayan etmenler. Tek tek incelemek istiyorum bu etmenleri;

1-) İlk etmenimiz yapıcağımız işin challenging olması. Bu şu demek, yapıcağınız iş yeteneklerinizi sonuna kadar sömürmeli, hatta öyleki yapabilmek için siz kendinize yeni yetenekler eklemelisiniz. Sizi daima zinde tutucak, her görev sonunda kendinizi başarılı addedebiliceğiniz bir iş.

2-) İşinizi yaptığınız anla, işinizi düşündüğünüz an toplamlarını doğru şekilde bir araya getirebildiğiniz bir iş. Bu şu demek, belediye görevlileri kaldırım taşlarını nasıl değiştiriceğini düşünmezler, ya da filozoflar somut olarak iş yapmazlar fazlaca..Burda söylemim sakın ola ki, filozof olmayın!, belediye işçisi olmayın! olarak anlaşılmasın, ama flow'u yaşamak istediğiniz işte, kendiniz için doğru balans ayarını yapın!

3-) İşinizdeki amaçlarınız her zaman net olsun. Kağıdın başına ne çizicem diye değil, bina tasarımı çizicem diye oturun. Yaptığınız işin sonunda ne elde etmek istediğini belli olsun.

4-) Yaptığınız her iş için hemen geribildirim alın. Etrafınızdakilerin yorumuna değer verin, onların söylediklerinden ötürü umutsuzluğa kapılmayın ya da boş hayaller kurmayın ama, kesinlikle gözardı etmeyin. Her aldığınız geribildirimi değerlendirin. Bu sizi her daim ilerletir.

5-) İşinizi parçalara bölün ve o an yaptığını küçük parçaya konsantre olun. Eğer elinizdeki parçaya olan konsantrasyonunuzu kaybederseniz flow dan uzaklaşırsını. Basit.

6-) Kontrolünüzü kayetmeyin. Her ne durumda olursa olsun sakin kalmayı başarabilmelisiniz. Sakin kalabilme sınırı her insan için farklıdır, önce kendinizi keşfedin. Ardından sizi kontrolden çıkarıcak işleri elemek kalıyor geriye.

7-) Yaptığını işte size yaratıcı çözümler üretebiliceğiniz alanlar bulun. Kuralları esnetebilmeyi düşününün, kuralları esnetmekle artırabiliceğiniz verimin ticaretinde doğru kararı verin.

8-) Zamanınızı yaratıcı kullanın. Eğer iş saatlerinizden rahatsızsanız beden saatinizi değiştirin. Unutmayın zaman sizsiniz. Ve zaman sadece diğer değişkenler ölçüsünde değişkendir.

Flow konseptinin temelleri bunlardı. Yazdığım cümleler hep meslek alanına yönelik oldu. Fakat unutmamamız gereken başka bir nokta daha var. Hayatta hemen hemen her konuda bu 8 kuralı denetleyebiliriz doğruyu yanlışı yargılarken. Yazımın fikir babalığını yapmış Jenova Chel'in sözleriyle bitiriyorum:

"Flow can emerge from any kind of activity, whether it's five minute pinball game or a 10 year research project. "

Bilgisayar Mühendisinin Gözünden Matematik

Ne gariptir, son zamanlarda türlü kültürlerden hocalardan ders almaktayım. Sanırım bütün bunlardan da en ilginci Savio Tse. Dönem başladığından bu yana profesörün vurguladığı en önemli konu "matematiğin önemi".

"If you want to be good in computer science, then you should know mathematics. You should know it."

Ardından ufak bir analize giriştim ister istemez. Ortaya çıkan sonuç da tahmin edileceği üzere, Savio'nun dediğinden farklı değil. İyi bir bilgisayar mühendisi olmanın, iyi bir "programmer" olmanın en önemli şartlarından biri kuşkusuz matematik. Türlü şekillerde yükselinebilir elbet, bir fikir ardından piyasada amiyane tabirle köşe dönülebilir, ya da internet üzerinde şansınız yaver giderse cebinizi doldurabilirsiniz. Ama genius mertebesine ulaşmak elbette bu küçük detaylara bakıyor. Nitekim varolan problemlere çözüm geliştirmek artık hemen hemen tüm programcıların yapabildiği bir iş, burda kritik nokta, bu çözümün ne kadar verimli olduğu ve zaman, maliyet dengesinin doğru kurulması. Bu noktada ise iş tamamiyle matematiğe bakmakta. Algoritmaların analizleri, çözümlerin ispatları, doğruluk testleri tümüyle matematik bilgisi gerektiren yetenekler, ve fark yaratan özellikler. Üstelik akademik ortamda ciddiye alınmak ve ya yazdığınız makalelerin ilgi çekmesini, umursanmasını istiyorsanız bu bahsettiğim yeteneklerden fazlasıyla bulunmalı projelerinizde, yoksa ufak bir piyasa işçisi olmaktan ileri düzeylere gidebilmek mucizeler gerektirmeye başlamakta.

Her ne kadar, iyi bir programmer olmak güçlü bir his gerektirse de, sanırım işimizin deterministik ihtiyacı çok daha fazla. Ve bu ihtiyacı karşılamanın en doğru yolu Decartes'ın bahsettiği clear and distinct bilginin yolundan, yani matematikten geçiyor.

Yine Savio'yla bitirmek istiyorum;

"Mathematic is the base of everything. You should know it. You should." :)

Kar!

"20 Şubat 2009 Ankara'da kar yağması" olsaydı keşke başlık..

Bembeyaz olmuş yine her yer. İçimizde hafiften bi korku, 3-5 gün sonra her yerin çamur olucağına dair. Ama yine de hiç bir şey engellemiyor beyaz örtünün güzelliğini. Yatağınızda nasıl ki yeni çarçafla uykuya daldığınızda yumuşatıcının verdiği kokunun getirdiği rahatlık varsa, şimdi ankara'da her yer yeni çarşaf gibi kokuyor. Cumanın getirdiği tatil heyecanı cabası elbet.

Mevsimler ciddi ciddi kayıyor ama. Gerçi bu kaymanın enteresan bir tarafı var göze batan. 80 li yıllarda Ankara'da, Türkiye'de tıpkı şimdiki gibiydi mevsimler, tıpkı bize ilkokulda öğretildiği gibi Aralık-Ocak-Şubat 'dı kış. Tabi o zamanlar ardı kesilemez bir hava kirliliği vardı. Bütün Ankara'nın kömür koktuğu, is koktuğu her romantiğin şiirlerine kaydedilmiş zaten.

Torunlarımı çok da umursamıyorum yaş daha 20 liyken ama, hoş diil gibi dünyanın gidişatı da. Neyse, beyaz örtü eriyip çamur olana kadar tadını çıkaralım uykunun. Bak, ne güzel kokuyor etraf!..

Yağmur

Yüzlerce şarkı vardır sanırım içinde "yağmur" olan. Hiçbirini oturtamaz ama insan Ankara'ya.. Ankara daha farklıdır.

Eritti işte bütün karları, şimdi sinir bozucu ufak beyaz kar toplulukları dışında hiçbir iz yok Ankara'da, bir anda örtünen beyaz örtüden. Yine her yer gri..Yine her yer beton.

Bilkent'te de durum pek farklı değil. Yaklaşan final dönemiyle okula hafiften bir gergin hava sardı. Şahan C Blok'a geldiğinde, mayfest zamanı Bilkent sex kokar diyordu, sanırım şimdi de hafiften g.t korkusu kokuyor :)

24 saat açık Mozart, şu sıralar öğrencinin en yakın dostu. Yıllardır, Cuma harici tüm gece açık olan cine5 nasıl olur da hala kahvehane görüntüsünü yıkamıyor anlamak mümkün değil, evet neticede bir halısaha cafesi ama; koca bir dönem boyu gece saatlerinde öğrencilerin gelebileceği tek yer iken; hala bu denli iğrenç kokması anlaşılır gibi değil. Allah'tan 5 ocak'la birlikte Mozart açıldı. Aslında gece kalabalığını gördükten sonra, yıl boyu yapılabilicek 24 saat Mozart hizmetinin çok da güzel olabiliceğini söylemek güç değil, Mozart için de güzel bir kazanç olabilir.

Bu arada, aferin kapitalizm. Evet, 5 liraya sandviç, 2 liraya üçü bir arada satan yere muhtaç ettin, açık kalsın da sürekli kazıklanalım dedirttin.. Of!

Neyse..

Kış.. Soğuk.. 78'in önünde titreyen siyahlı beyazlı köpek.. 78'in önünde herkese saran siyahlı beyazlı kedi..

Sırf bunun için bile sevmiyorum kışı, ne Bilkent'de.. ne de Ankara'da..

Bilkent'te Kış

Bembeyaz oldu kampüs!!

Her yer kar oldu, kimse dışarılarda değil. Ankara 2004 den beri ilk kez beyaz girdi yeni yıla üstelik..

Teletabi tepeleri bembeyaz.. Gecenin bir körü kayıyoruz uçaraktan.. Sabah saatlerinde tepelerde kalan poşetler kültürümüzün dangozluğu!

Fen fakültesi önündeki havuzun muslukları buz tutmuş, karıncayiyen şeklinde püskürmekte..

Kampüs içi yollarda, boncuk boncuk izler bırakan tuzlar insanın sinirini bozuyor, bırakın bembeyaz olsun ulan bütün yollar!

Kampüs enteresan bir şekilde speedden aşağı doğru daha canlı.. Cafe In de bi sürü insan tatlı yiyor, kütüphane dolu.. Speed deki hakim olan efkarlı, kasvetli havadan çok farklı aşağılar..Bunda elbet yaklaşan final döneminin etkisi olduğu gözardı edilemez.

Servisler vızır vızır.. Hadi bakalım.

poşu takmak özgürlükse özgürüz ikimizde

Bilkent semalarının yeni modası: Poşu üzerine bir yazıdır iş bu yazı.

İlk gördüğümde sarı saçlı yakışıklıcana bir abimizin üstündeydi poşu, lan diyor insan, yapmış herif karizmayı. Sonra tırmalamaya başlıyor içten içe, nerden aldı acaba, ben de alsam mı acaba, alsam takmaya yer mi.. bir bir.. Sonra farkediyosun olaydaki Umut Sarıkaya tırtlığını, unutuyosun. İki gün içinde bir bir görmeye başladık poşulu abilerimizi ablalarımızı.

Lan iyi tamam, moda da ne gereği var di mi? Bi kişi yapıyo, bırak o yapsın lan, o bulmuş. Ne demeye utandırıyosun insanı. Aynı LCW gömleği giyen iki mühendisten farklı mı oluyo olay Speed'in oralarda gerçekleşince, hayır tabi.

Sen kareli gömlekle dalga geç, sonra 7410241 kişi aynı poşuyu tak. Olmuyo dost, olmuyo.