Başarı. Hayatımızdaki
bütün kararlarımızı etkileyen yegâne kelime.
Somut hali, kimi zaman para, kimi zaman şöhret, kimi zaman saygıya
eşdeğer. Somutlaması hep değişse de soyut gerçeklik sabit; bizler hayatlarımızı
başarılı olmak için yaşıyoruz. Egomuzun okşanması, var olduğumuzu hissedebilmek
üzerine kurgulu bir düzene evrimleşmiş halde psikolojilerimiz.
Bizden önceki
nesil için başarı, “güvenlik” ihtiyacını karşılamak demekti. Dönemin koşulları,
herşeyin bir anda yokolabileceğini ve yalnız kalınabileceğini genetik hafızaya
kazımıştı. Oysa biz yeni kuşak için artık bambaşka bir anlam taşıyor başarı
kelimesi. Güvenlik artık bizim için ihtiyaç değil, çünkü biz gerçekten hiç
kaybetmedik. Kaybetmediğimiz bir şeyi, ihtiyaç olarak tanımlayamadığımızdan,
sahip olduğumuzda da başarı olarak addedemiyoruz. Ne kadar kaybetmediğimizi
anlamak için televizyonu açıp yarım saat kadar gezmeniz, ya da popüler bir
kitapevindeki en çok satanlar rafına bakmanız yeterli.
Sanırım bu iki
paragraf, yeni nesilin 2900TL net + multinet kurumsal tarifesiyle ilişkisinin
neden sağlıksız olduğunu açıklayacaktır. Güvenli bir yaşam, Y kuşağının
ilgisini çekmiyor.
Bizler, artık çok
daha bireyci, çok daha “varlık” derdinde insanlarız. “1 ev, 1 araba” ya da “2
ev, 1 araba, kolejde çocuk” paketleri artık o kadar da cazip değil. Onun yerine
“IPO açıklamasına terlikle çıkmak, siyah boyunluklu kazakla sunum yapmak, karşı
cinsle ilişkilerde başarısız olmak” bizi kendine çekiyor, çünkü çok daha ilgi
çekici.
İşte benim
hikâyem de işbu bilgilere dayanıyor.
Dünyayı
değiştirmek istediğim günün tam tarihini bilmiyorum. Ama sokakta yürürken
gördüğüm mutsuz insan silüetlerinin içimde yarattığı birikintinin, zihnimi bu
düşünceyle doldurduğuna eminim. Benim çapım ve dünyanın çapı arasındaki muazzam
farkı gözünün önüne getirip, bana çehrenden başka yerlerinle güldüğünün
farkındayım sevgili okuyucu. Önemli değil. Fakat unutma bu hissiyatını. Yazının
sonunda sana argüman olarak kullanacağım bu gülüşü.
Konuya dönüyorum.
Bütün çabanın
altında yatan en temel sebebi artık biliyorsun. Dünyayı değiştirmek istiyorum.
Times’a kapak olmak için değil, sokakta yürürken gülümseyen yüzler görebilmek
için. Bu sebepten ötürü, üniversite hayatımın ciddi bir bölümünü tiyatroya,
ciddiyetsiz bir bölümünü ise okul hayatıma harcadım. Ben okurken, kimse
değişmiyordu; oysa bizi sahnede izleyenler yeni kitaplar okumak istiyordu. Ama
maalesef, sonuç beklediğim gibi olmadı; hayatımın ciddi bölümü Bilkent’in
konferans salonundan bozma sahnelerinden öteye gitmedi. Ciddiyetsiz bölümü ise
bana üçüncü sınıfta ABD’de staj, mezuniyetin hemen ardındansa çalışan
memnuniyet anketlerinde ülkenin en başarılı IT firması olan büyük kurumsalda iş
imkânı sağladı. 22 yaşında o kadar para, şirketten altına verilmiş bir araba ve
bir dünya ekstra ile asık bir suratın buluşması; “güvenlik” sorunumun
olmadığının ispatı niteleğindedir sayın okuyucu. Burdaki gizli mesajı “bak, ben
ne kadar zekiyim” diye yorumlama içinden, doğruluk payı var bu çıkarımının evet
ama “doğru zamanda, doğru yerde” olmak “çok zeki valla, zehir gibi bizim oğlan”
olmaktan daha önemli bu memlekette. Kafanı kaldırıp, patron koltuklarında
oturan adamları incelediğinde ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın.
Kurumsaldaki iki
senenin aklımda bıraktığı ve durmadan yankılanan cümle “Bir çarkın dişlisi
olursan, hiçbir şeyi değiştiremezsin. Oysa bir çark olursan, istediğin yere
dönersin.” Oldu. TED Talk falan değil sayın okuyucu, az önce uydurdum cümleyi.
Tam olarak buydu hissim. Bir noktada şunu farkettim; denemek zorundayım.
Üzerimdeki takım elbiseyi taşıdığım her gün, biraz daha sağlamlaşıyor çarktaki
yerim. Oysa Nasreddin Hoca’nın anlattığına göre kazan doğuruyor, e o zaman çark
da doğurur. İstifa ettim. Dünyayı daha mutlu bir yer yapabilmek için, özgür
olmam gerektiğini hissederek istifa ettim. Kendi işime, yani anlamlı bir çark
olmaya giriştim.
Resmin o kadar
uzağındayken göremediğim bir şey vardı. İlk paragrafta yer alan bilgilerden
bahsediyorum sayın okuyucu. Bizim kuşaktan yani. Geçtiğimiz dört aylık süreçte,
bilfiil dünyayı değiştirmek, daha güzel bir yer haline getirmek için
uğraşıyorum. Somut olarak güzel bir iş çıkarmaya, bir şirket kurmaya denk
geliyor yaptığım. Girişimciyim. Ve etrafımda onlarca girişen var. Farklı
amaçlarla aynı somutlamaya ulaşan girişenler.
Artık beni
tanıyorsun, yazının geri kalanında neler öğrendiğimi ve içimdeki bir tutam
hayal kırıklığının sebebini anlatacağım.
İnsanın parayla
olan ilişkisi, Mecnun’un Leyla ile ya da Kerem’in Aslı ile kurduğu ilişkiden
çok daha efsanevi. Dağları delmek bir yana dursun, para için insan denizin
altından tren bile geçiriyor. Siyasi mesaj değil, kaygılanma. Latife ediyorum
şurada. Hayaller gerçek oluyor, gerçekler ise şaka. Girişimcilik de son dört
aydır gördüğüm kadarıyla bu efsanevi ilişkiye yeni bölümler çekmek için heba olmak
üzere. Evet, para başarının somutlanmış hallerinden birtanesi. Servet
düşmanlığı yapmak değil niyetim fakat paranın tek başına bir amaç değil
sonuçlardan bir tanesi olduğu bir dünya idi beklediğim. Oysa girişimcilik de
kendi ekosistemi içerisinde bir çark olmaya ve girişimcileri bir dişli haline
getirmeye başlamak üzere.
Artık o kadar çok
şey hayaldi ve gerçek oldu ki; bu dünyada da kimse herhangi bir hayalin
ayaklarının yere dokunup dokunmadığını sorgulamıyor. Sorgulanan tek şey ürünü
kullanacak kişiye satıp, satamayacağımız. Ürünün ne olduğu, kimin tarafından
yapıldığı, nasıl yapılacağı, ne sonuçlara sebep olacağı paranın karar vermesi
gereken şeyler olarak görülüyor. Tek odağımız, paranın kaynağı. Herkesin
ağzında girişimlerin yüzde doksanı batar zaten cümlesi varken, bütün girişimcilere
neredeyse bütün hızlandırma programlarının aynı eğitimleri vermesini kimse
sorgulamıyor. Öyle olunca da, benzer hayalleri kuran herkes yalın girişip,
cüzdanını karışıklaştırmaya odaklanmaya başlıyor.
“Siz işin tutacağını
doğrulayın, ürün kötü olsa da sorun değil. Daha sonra en iyi mühendisleri
tutar, iyisini yaptırırız.”
Hayır, tutmayalım
sayın yatırımcı. İşimiz yürüsün, cebimiz dolsun diye aynı çarktan bir tane de
biz üretmeyelim. Gel, ürünü birlikte güzel yapalım. Gel, en çok kazanacağımız
değil de, insanların en çok seveceği, en çok kullanacağı ürünü birlikte
yapalım. Gel, inovasyon yapalım, dünyayı değiştirelim. Gel, öyle güzel bir şey
yapalım ki, işini seven insanlar parçası olmak için sürekli geldiğinden iş
ilanı çıkamayalım. Gel, şu ülkede de çalışanların patronlarına için için
küfretmediği, kimsenin patron ya da çalışan olmadığı, ama herkesin üreten
olduğu bir iş yapalım. Gel, insanların zamanlarını para karşılığında satmadığı,
onun yerine üretme güdülerini tatmin ettikleri bir iş yapalım.
Biliyorum sayın
okur. Bu kadar romantizm, ekonomiye ters. Olsun, yapabileceğimizi biliyorum.
Şimdilik biz bu hayallerle ufak bir takımız. Ve bizim için başarının somut hali
hesaplarımızdaki para değil, gülen yüzler. İşte tam da bu yüzden geleceğin
bizim olduğunu biliyorum.