Aslında gezi yazısı yazma işine Gülten Dayıoğlu ve onun Meksika'ya Yolculuk adlı kitabı sebebiyle kılım. Ama daha önce benim de gezi yazılarım mevcut. O yüzden bu kısmı sorun etmiyorum...
Yıllardır içimde saçma bir Prag sevgisi barındırmaktaydım. Hiç bir sebebi ve açıklaması yok bu durumun. Daha önce Avrupa'da bir kez adam akıllı bulundum. Prag'a dair çok az fotoğraf gördüm. Ama okuduklarım, içini doldurmaktaydı bu sevginin. Yine bir şirket event'i sayesinde kendimi buldum Bohemia'da. 3 gün sürecek organizasyonun içine karıştırmadım, sevgimi. Organizasyonun sonundan öteki hafta başına kadar izin alıp, içimdeki bütün yalnızlık, sıkılmışlık hissini ayaklarımdan Bohemia sokaklarına boşaltmak istedim.
Arnavut kaldırımı. Franz Kafka. Komünizm Müzesi. Lennon duvarı. Karluv Most(Charles Bridge). Martı. Güvercin. Kafka Müzesi. Acı. Protesto. Bilet kontrolü olmayan tramvaylar. Metrolar. Hard Rock Cafe. Bakarak saati anlamanın imkansız olduğu Astronomical Clock. İsyan. Hristiyan mezarlığı. Yahudi Mezarlığı. Kafka'nın mezarına Aykut tarafından bırakılan not. Çimler. Bebek götüyle dolu heykeller. Castle. Gotik. Detaylar. Detaylar. Detaylar. Arnavut kaldırımı. Kristal. Kuklalar. I Love Prague. Kaz. Ördek. Black Light Theatre. Pahalı yemek. Çakal exchange ofisler. Bulut. Soğuk. Sarı saçlı insanlar. Yeşil gözlü insanlar. Fotoğraf makinesi eklentili uzak doğulular. Sokak çalgıcıları. Sokak oyuncuları. Sokak Ganalıları. Kahveler. Seyyar ümitçiler. Kemancılar. Nehir. Akıp gidenler. Kaybolup gidenler.
Okumak zor. Yazmaksa çok kolay. Ben hiç yalnız değilim. Kendimle birlikteyim.
Burada düşünmek çok zor. Turistler tarafından orospu yapılmış bir şehirdeyim. Şehrin hüznü, parayla alınmış kahkahaların arkasında yatıyor. Mezarlıkların içerisinde, şimdiki Marks&Spencer ve Sephora'nın tam ortasında başlamış olan isyanların ruhu yatıyor. Kendimi Prag'a benzeticek kadar ileri götürüyorum işi. O kadar ukalalaşıyorum. Sanki bir yıldır benim de içimde milyonlarca turist var, ve her birinin elinde bir kazma ruhumu derinlere gömüyorlar.
Daha fazla derine gitmeden, gidin görün Prag'ı. Hala parlıyor. Üstelik her köşesi cennet olan yurdumun üzerine, çok iyi geliyor.
16 Kasım 2012 Cuma
25 Temmuz 2012 Çarşamba
bir garip hikaye... vol.2
Nedir:
hikaye
Nazmi: 47’ine basalı bir kaç ay oluyor. Ne zaman doğduğundan
annesi bile emin değildi. Doğumu dahi, kimse için bir anlam ifade etmemişti.
Gençliğinde, uzun boyu sebebiyle boyacıların yanında çalışmaya başlayan Nazmi,
yakın arkadaşı Kemalettin’in(Kemo), tinere bağımlı olduğunu farketmesiyle bu
işe 8 yıl kadar önce tövbe etti. Bağımlılık, onun taşıyamayacağı bir yüktü. O
günden bu yana Kemo ile de görüşmüyor. Bir kaç ay boş gezdikten sonra, aynı
yastığı paylaştığı kadının, Belkıs’ın, çenesine dayanamayıp inşaatlarda
çalışmaya başladı. Hayatının belki de ilk kıyak durumuyla inşaatlarda
karşılaşıp, demir kesme makinesinden sorumlu oldu. Hala da öyle.
Belkıs: Hayatının dönüm noktası 24’ünde iken Nazmi ile
başladı. 24 yıllık ilk kısımda kendine dair hiç bir kararı verememiş olmayı,
hayatının parçası haline getiren Belkıs, düğün günü ilk kez karşısında Nazmi’yi
bulunca, o ana kadar kendisi adına verilmiş son kararın da evlilik olduğunu
hissetti. Çirkince bir yüze sahip olan Belkıs, suratındaki siyah beni yüzünden
de 24 yıl boyunca talipli bulamamıştı. İşin garip yani, kendisi de hayatı
boyunca hiç bir erkeği hayal etmemişti. 26 yıldır evil olduğu kocasına henüz
mahrem yerleriyle münasebet şansı tanımamıştı. Rüyalarında kendini komşu kızı
Hasibe’nin koynunda görüyor, hemen ertesi sabah kurşun dökerek şeytanlarından
kurtuluyordu. Tam 50 yaşında, çılgın bir bakireydi anlayacağın sevgili okur.
Halis: Nazmi’nin sigara ortağı. Yevmiye sırasına birlikte
girer, yemeklerini birlikte yerler. Halis, Nazmi’ye benzer bir hikaye taşır.
Onun dramı babasızlığındadır, kimseye söylemediği ana mesleğinde. Dayanamaz
kaçar annesinden de, süt emdiği yerlerin başkalarıyla münasebeti, ona her
lokmayı haram kılmıştır sütten beri. Sıvacıdır, her gün farklı gömlek giyer
nedense, Gardrop Halis.
2 göz, 1 mutfaklık hayatlarını, 26 yıllık mutsuzluklarıyla
birlikte sırtlarında taşıyan çift, her akşam yorgun düşüyor ve saat henüz 11’I göstermeden,
somyadan bozma yataklarında horuldamaya başlıyorlardı. Nazmi kendini bir kaç
zamandır, hiç de alışkın olmadığı hallerde farkediyor, vücudunun tam orta
noktasında zaman zaman kabaran haline anlam veremiyordu. Onun için hikaye,
genelde bir kaç haftada bir gece meleklerinin ziyaretiyle gerçekleşen, sabah
ezanının ardından “Belkıs bi su kaynat gız, cünup olmuşum” cümlesi ile son
bulan hüzünbaz bir haldi. Belkıs içinden ne kadar ilenirse ilensin, kadınlık
görevlerini yerine getirmediğinin bilincinde, ve iş bu yüzden cünupluğun da
hayırlara vesile olduğunu düşünmekteydi. Nazmi’nin son zamanlardaki bu hali, o
gece 3 sularında yine vuku olmuş, ellerini Belkıs’ın bacaklarına doğru
götürdüğü anda, tilki uykusundan uyanan Belkıs’ın “Çek elini nasibetsiz herif!”
paparasıyla da son bulmuştu. Oysa Nazmi, en az kestiği demirler kadar sağlam
hayallere sahipti.
Yıllardır belki de ilk kez, yaşam alanlarının tam ortasında
bir inşaatta çalışmaktaydı. İnşa etmekte oldukları binanın hemen yanı ise,
Nazmi’nin değişmiş ama evrimleşmemiş türlerini içeren bir plazaydı. Diz hizası
etek giyen onlarca kadın. Ve onlardan daha fazla sayıda, Nazmi’nin hep tasmaya
benzettiği, kravatlı adamlar. İşte demir kadar sağlam hayaller. İşte hendek.
İşte Nazmi. Nazmi hayallerinde dahi kendini oraya koyamıyor, adeta ön
sıralardan defile izleyen fularlı adamlar gibi gelip geçeni izlediğini
düşünerek, kalbinin ritmini artırıyordu. Belkıs o anda, ondan hiç beklenmeyen
bir şekilde, uzun uzun, usul usul osurdu. Nazmi o anda, sert yataktan kaynaklı
bel ağrısını hissetti. İşte gerçek. Nazmi’nin gerçeği, demirden bile sağlam
sandığı hayallerini, her gün kullandığı demir kesme makinesi kadar rahat kesti.
Sinirlendi. Herkese. Hakkı var mıydı buna, kimse bilemez. Ama çok sinirlendi. Belkıs’a
vurmak istediği anda, kendi kokusu geldi aklına. Güneşin kaynattığı ter
bezlerinden, “Ben Nazmi’yim işte! Bu dünyanın Nazmi’si benim!” diye bağıran
kokusunu. Vazgeçti. Belkıs da ondan farksızdı. Tamamı kendisine ait olmayan
uzun yastıkta, kafasını onlarca kez çevirerek sabahı buldu.
Güneşin doğuşuyla birlikte, boyacılık günlerinden kalma, çok
sevdiği tulumunu geçirdi üstüne. Üstünde günlerdir durmakta olan, rengi artık
pembeye çalan, eskilerin bordosu kısa kollusu. Ayakkabılarının ökçelerine
basarak, gecekondularının önünden giden toprak yola attı kendini. Daha elektrik
lambalarının bile sönmediği, tan vaktinde çoraplarının içine kaçabilecek kadar
ince kumlar barından yoldan yürümeye başladı. Bir kaç sokak köpeğiyle
günaydınlaştıktan sonra, iş servislerini beklemeye başladı. İveco model,
açıkkasa kamyonet.
Beş dakika dolmadan, köşe başından Halis göründü. Kafasından
yukarı doğru tüten dumanlar yüzünden, vagonlarından ayrılmış, hayalet bir
lokomotif gibiydi. O gezdikçe rayları dizilen. Tek tabanca Halis.
-Bana da yak la bi tane
Belkıs’ın korkusuna paket sigara alamayan Nazmi, arasıra
aldıklarını Halis’e verirdi. Aralarındaki bu ince hesaplı ilişki, belki onları
bu kadar yakın tutan yegane sebepleriydi.
Yarım satin ardından on dokuz kişilik işçi ordusu,
kamyonetin kasasına konserve sardalyalar gibi dizilmeye başladı. Günlük
sallanma terapilerinin, ilk yirmi dakkasıydı yolculukları. Nazmi’nin siniri,
her sallantıda bir üst seviyeye çıkıyordu. Kamyonetten birer birer atlayan
sardalyalar, inşaatın midesine doğru ilerlerken Nazmi kararını vermişti. Önünde
1,5 metrelik parçalara ayırması gerektiği yüzlerce demirle, artık her yerini
göstermiş olan güneşe karşı savaşmayacaktı. İşine her zamanki gibi demir kesme
makinesini, ölçekleyerek başladı. Ve kestiği ilk parçayı, ayağıyla makinenin
altına doğru itekledi.
1. katta bütün bu gürültüden rahatsız, her biri birer
kişisel gelişim uzmanı, gelişmiş canlılar, 6 kadın ve her zamanki gibi 1 adamdan
oluşan insan kaynakları ekibi oturmaktaydı. Nazmi için bütün bu detaylar
anlamsız olsa da, herhangi bir şeyin sonucunu, Belkıs’ın çenesiyle ölçen bu
adam için, belki de yanlış bir topluluktu. 1,5 metrelik çubuğu, bütün kadınlara
ve bütün köpeklere atacaktı. 1.5 metrelik çubuğun fayansa çarptığında çıkardığı
sesi ondan daha iyi kimse bilemezdi, ve bu sefer bütün bir bina duyacaktı.
Doğru anı bekliyordu.
Zaman ilerledikçe, vücudunun kaybettiği suyu, kıyafetleri
emiyor, tuzu ise kendine desen yapıyordu. Bütün bu işlemler inşaattan çok daha
keskin bir kokuyu, Nazmi’nin burnuna milim milim çakıyordu. Her bir saniye daha
güçsüz hissediyordu, ilk yüzlük kısımı bitirmiş, adeta ruhunu emen bu makinaya,
zihnini de teslim etmeye başlamıştı. Herkes, sonunda ne boka benzeyeceği
bilmediği bu bina için sağa sola koşturuyor gibi görünürken, yalnız kaldığı
anlarda bir sonraki inşaata kadar ki yevmiyesiz dönemi kısaltabilmek adına
işleri donduruyordu. Bir tür köşe kapmacaydı oynadıkları. Nazmi dışında. O
plazaya en yakın, inşaatın tam önünde, ustanın tam önünde, mütaahitin tam
önünde, kapitalin tam önünde, bir İsveç saati kadar eşit aralıklı ve ritmik
demir kesmeye devam ediyordu.
Nazmi’nin hayali, oynadığı makine rolünün dişlileri arasında
ezilip giderken, öğle paydosu geldi. Birer soğanlı lahmacun ve birer ayran. Bu
güçle insan neler yaptıramaz ki? Bir lahmacun ve ayran, yeri gelir yüzlerce
demir kestirir, yeri gelir bir kaç züppenin cebinden para çalıp, reklam yapar.
Lahmacunun son yudumu, Nazmi’nin sabah fantazisini
gerçekleştirme arzusuna dönüşerek mide yolunu tutu. Nazmi 47 yıldır kimselere
göstermediği hıncının harcına saplayacaktı o demiri ki, sapasağlam olsun. Taş
kesilsin. Yüzünü bir gülümseme aldı, önünü ise ufak bir çadır. Halis: “Ne
düşünüyon la pezevenk? Bizi mi götürcen?” diyerek, çadıra bir selam çaktı.
Nazmi libidosuna da, Halis’e de aynı cevabı verdi: “Bi siktirgit lan”. Adım
adım demirlere yürüyerek, tek kişilik şovuna devam etti. Plazaya, yeterli
miktarda hırsının girmesini bekliyordu.
Köşekapmaca başlayalı kısa bir süre olmuştu ki, bir çığlık
bastı ortalığı: “Yeter amınıza koduklarım! Yeteeer! Yeteeer!” Nazmi’nin elinde,
makinenin altında gölgede keyfine bakan 1,5 metrelik ilk demir gücünü
topluyordu. O demir, o elden fırladı ve Nazmi’nin bütün yükleriyle birleşti,
bütün kızgınlığıyla birleşti. Somyadan bozma yatak, Belkıs’ın osuruğu, Nazmi’nin
ter kokusu, libidosu her şeyi oldu. Açık camdan içeriye girdi, önce bir
bilgisayarı yere düşürüp, sonra da insan kaynakları Seda Hanım’ın kalçasının
sol alt tarafına saplandı. Bütün bu olayları gözünün önünde yaşayan Berke Bey panikle
masasından fırladı ve düşürdüğü laptopu demire çarparak, o muazzam sesi
çıkardı. İşte Nazmi kurtulmuştu. İşte o ses, herşeye son vermişti.
Seda Hanım, hastaneye kaldırıldıktan 3 saat sonra bundan
sonra giyemeyeceği etekleri düşünerek şikayetçi olmaya karar verdi. Oysa Berke,
çoktan onun yerine bu işi yapmıştı. Plazada bu olay büyük yankı uyandırdı.
Herkes, inşaatların mesai saatleri dışında yapılması görüşünde, bütün
zekalarını kullanmış olmalarına ragmen birleşti. Halis taş kesildi. Kendisinin
aklına bile gelmeyen şeyleri, gözünün önünde sigara kardeşi yapmıştı. Nazmi
güldü. Çok güldü hem de. Hiç gülmediği kadar. Polis önce gözaltına alıp, dövdü
Nazmi’yi. Kim olduğunu sordular. “Kimsin lan sen?”. Kimsenin merak etmediği bir
soru, ilk kez merak konusu oldu. Kimdi Nazmi?
3. gününde hapse attılar, 8 aydan biraz fazlaca bir süre, bu
sefer gerçek parmaklıkların arkasında yaşadı Nazmi. Belkıs, Nazmi’ye ettiği
beddualardan fırsat bulduğu bir vakit, Hasibe’yle “kız sen ne güzel şeysin”
muhabbetine girdi. Ne yazıkki Hasibe, onun kadar sevgi dolu değildi. Belkıs, 3
aydır bir kez bile ziyaretine gitmediği kocasından habersiz, başka bir semte
taşındı. Temizlik işine devam etti. Çirkinliği hep en büyük kalkanı oldu.
Nazmi parmaklıkların öteki tarafına geçtiği gün, karşısında
eskisinden aç günler bekliyordu karşılamak için. Oysa o mutluydu. Garip bir
mutluluk. Kimsenin anlayamadığı.
24 Temmuz 2012 Salı
Bir garip hikaye
Nedir:
hikaye
*Bu hikayedeki her şey gerçek dışıdır. Yeminle söylüyorum bak.
Salih: 21 yaşında, gençliğinin baharında, çevresi için hiç de umut vermeyen bir genç. Başkentin devlet üniversitelerinden birinde okumakta. Adı çok da duyulmayan bir tanesinde.
Hakan: 20 yaşında. Sırf dönem arkadaşlarından bir yaş küçük olduğu bilinmesin diye bütün sosyal ağlarında doğum yılını gizlemekte. Salih’in hazırlıktan arkadaşı. Kimsenin, hatta kendi ailesinin bile merak etmediği, hiç bir sorunu yokmuş gibi görünmesiyle korkutan bir adam. Ha, Salih’in ev arkadaşı.
Teoman: Salih’in yaşıtı. Seyrek, göt kılından bozma sakallara sahip, kendine çok bakan, taze metroseksüel ve sakallarına dair hiç bir fikri olmayan bir genç. Salih içten içe sakallarına gıcık olsa da, hala bunun üzerine en ufak bir espri bile yapmadı. Teoman, ona yazdığını düşünen milyonlarca kız arasında, yalnız kalmanın kendi tercihi olduğu fikriyle, rahat uykular uyumakta. Bak yine unutuyordum, Salih ve Hakan’la geçen seneden beri aynı evde yaşamakta. Malum kira paylaşımı mevzuları…
Salih o sabah güneşin suratına vurmasıyla, “uyuması, ve herkes gibi onun da geç kalkması” gerektiği fikri ile heyecanlı boks maçını yatağında başlatmıştı. Taraflardan güneşin kazanacağı belliydi. Ama Salih, ömrü hayatında sadece bir kaç kez de olsa, bu dövüşün sonunda uyuyabildiğini biliyordu. Bu onun için yeterli bir ümit noktasıydı. Salih çok severdi, küçük şeylerden ümitlenip, her seferinde kaybetmeyi. Yine kendi sonuna koşuyordu. Dövüş bu sefer çok heyecanlı geçmedi, çünkü beyninde, trompet çalan bir topluluk, gözlerine gözlerine gelen güneşe yardım ediyordu. En azından, güneşi engelleyebilmek için pikenin altına kafasını soktu. Bu seferde burnundan istediği hava akımını alamama hali, ona “kalk işte hacı” mesajı vermeye başladı. Yastığın soğuk tarafını yokladı ama, son yarım saattir yastık da sürekli ters – düz olmaktan dolayı enterasan klima sistemini kaybetmişti. Salih çözüm önerileri ürettikçe, kanına karışan adrenalin miktarı artıyor, uykusu ondan çok uzaklara doğru, kim bilir kimin yatağına koşuyordu. Gong sesi çaldı.
“Sikicem ama yaaaaa”
Güne güzel bir başlangıç. Birbirlerine sürten ayaklarını ileriye doğru iterek, normal insanların yürümesini taklit edercesine banyoya gitti. Suyu hunharca suratına çarpmak yerine, üşümekten çekinerek önce ellerini yıkadı ve ıslak elleriyle gözlerindeki çapakları aldı. Havluya elinin her iki yüzünü hafifçe dokundurdu, ve az önce yaptığı şeyle gurur duyararak salona gitti. İkinci adımında, bu gururu perçinlemek için, cesur bir hamleyle kulağının arkasını elinin nemiyle ıslattı. Şartlar ne olursa olsun bu hareketin verdiği serinliği, hayatta hiç bir şey vermiyordu. Kanepeye kendini fırlatırcasına bıraktı, ve kafasındaki trompet solosunun bitmesini umarak televizyon kumandasında sonraki kanal tuşuna bastı. (Yazar burada Türkçe’ye “sonraki kanal tuşu” kelime topluluğunu armağan etmekten büyük övünç duyar.). Salih, günün ilk sürpriziyle, televizyonlarının sağ alt köşelerinde bulunan kırmızı ışığın yanmadığını farkettiğinde karşılaştı. 55 ekran, emektar SQNY, enerji alacak bir kaynak arıyor, ama bunu bulamıyordu. Teoman ve Hakan, bir gün nefes almaya üşenip ölecekler diye endişelendiği iki arkadaşı, nasıl olduysa yatmadan televizyonu düğmesinden kapatmışlardı. Salih’in ağzından iki arkadaşı ile akrabalık ilişkilerini kuvvetlendirecek bir kaç cümle daha döküldü. Hıhlamaya benzer bir nidayla kalkarak, televizyona doğru yürüdü ve düğmeye bastı. Ayakta olmanın verdiği muhteşem fırsatı bilip, artık sarıya çalan eskinin beyazı perdeyi yansıması televizyona gelecek şekilde örttü. Güneşe karşı bir cinlik. Şimdi hiç bir sorunun kalmadığından emindi. Kanepeye güvenle uzandı ve sol bacağını kanepenin tepesine koydu. Zaman zaman, bu hareketi Teoman ve Hakan’ın da yapabileceğini düşünüyor, ve o koltuğa kafasını koyduğu anlardan tiksiniyordu. Ama Salih tiksindiği şeyleri kafasından uzaklaştırma konusunda oldukça başarılıydı. Her zamanki gibi televizyon da, nedense hep son sıralarda bulunan müzik kanallarına doğru yolculuğuna başladı. Ana akım televizyon kanallarını geçip, Meltem, Dost, Hilal ve Flash Tv’nin bulunduğu zorlu etabı geçerken, kendine her zamanki gibi kızdı. “Şu müzik kanallarının ilki, hangi kanaldaysa direk onu açsana, salak!”. Ve hemen cevap verdi. “Ama böyle daha zevkli.” Bu cevap herşeye yeterdi. Bu cevap herşeyi açıklardı.
Salonun girişinde, her zamanki sakinliğiyle Hakan belirdi. O Salih gibi titiz değildi, yüzünü çoğunlukla yıkamazdı. Ve Salih bu durumdan nefret ederdi. Hakan, sabahın köründe yine Salih’I sevdiği bir organı şeklinde nitelediği kelimeyi sona koyarak: “Napıyosun” diye sordu. Napılır? Bir sabaha daha, kavgayla başlandıktan sonra, yanında 2 tane adam olduktan sonra napılır? Televizyon doğru düzgün kanal çekmiyorken napılır? Öğleden sonra dersini bekleyen bir adam ne yapar? Bunların hepsi, Salih’in kafasından saniyenin yüzde biri kadar sürede geçen sorulardı. Basit bir salvoyla karşıladı:”Napayım işte”. Hakan’ın ne yaptığını merak etmiyordu, sosyal baskıyı yenerek, meraksızlığının arkasında durdu. Hakan ise bu sessizliği, Salih’in karaktersizliğiyle bağdaşlaştırıcak kadar düz bir adamdı. Kumandayı aldı, ve favori tuşu 5’e bastı. Kanal D. Eğer Salih bir gün olup da bütün kanalların yerlerini değiştiricek olsa, Hakan gelip yine 5’e basıcaktı. Bundan adı gibi emindi. 5 sayısı ile bir sorunu vardı Hakan’ın. Ya da gizli bir bağı.
Ahmet Yaranki, yine her sebzenin kendine benzeyen organa yaradığı ceviz-beyin, bakla-böbrek savını gururla sunarak anlatıyordu. Patlıcan konusunda kararsızdı. Herkes gibi. Doktor üniformalı sunucular, doğru konuğu çağırmış olmanın mutluluğu, ajans teyzeleri ise hem televizyona çıkıp, hem yevmiye almanın sevinci içerisindeydiler. Salih, birden yerinden doğruldu ve telefonu eline aldı. “Çalıyo lan”. Hakan, bugüne kadar aranınca çalan bir numaraya şaşırıldığını çok görmemişti. Eski ve şu ana kadar ki tek sevgilisi Sema’nın telefonu dışında. Bu yüzden heyecan öncesi tribini “Ne çalıyo la” ile süsledi.
-Dur olm.
-Ben professor Salih Çağlar, Yaranki’nin İstanbul Üniversitesi’nden arkadaşıyım. Iıı.. Mümkünse yayına bağlanmak istiyorum.
-Tamam bekliyorum.
Hakan’ın sırasıyla duyduğu cümlelerdi bunlar.
-Hasiktir lan! Napıyon olm? Kimi aradın lan? Olm programı mı aradın?
Hakan’ın heyecanı, dilini bir makineli tüfeğe dönüştürebilecek kadardı. Cevabını merak etmediği binlerce retorik soru, topu Salih’e zaten atardı.
-Görsün bakalım puşt şimdi
-Olm ne dicen lan? Kafan mı güzel lan? Oha olaya gel…
İşte merak Hakan’ın damarlarında dolaşmaya başladı. Dakika geçmeden, telefon titremeye başladı. Seri titreme hali, GSM Operatörü’nün tatlı dost kazığı mesajının sonucuydu. Gerilimi hat safhaya çıkardı.
-Aradılar mı lan? Aradılar mı?
Aramadılar Hakan, mesaj geldi. Arasalar titredikten sonra durur mu telefon Hakan? Arasalar telefonu Salih açmaz mı Hakan? Merak, karşınızdakinin zeka seviyesini düşürmek için en kolay yoldur.
Telefon tekrar titremeye başladı, bu sefer aldı eline telefonu Salih.
-Tamam, tamam, Yok yok sadece katkıda bulunacağım ve ben de önerilerimi söylücem. Yok önerilerim darken, patlıcan konusunu diyorum. Şey, kol ve bacağa iyi gelir de, kas yapısı için yani. Tamam bekliyorum.
-Alo merhabalar, ben Salih Çağlar, Cerrahpaşa Kalp Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı profesörlerinden. -Yaranki’ye sorum olucaktı.
-Yaranki sen diplomanı nerden aldın? Sen ne haddine atıp tutuyosun ordan? Cevizle beynin ne alakası var? Alakası olsa sen hala böyle salak olur muydun? Ulan tıpla alakan yok, tütün okumuşsun, ekonomi okumuşsun, çıkmış şov yapıyosun. Sizde ordan burda teyze toplayıp alkışlatıyosunuz şu şarlatanı. Kime faydan oldu lan senin? Ayıp be ayıp, utanın!
derdemez Salih’in telefonu kapandı. Elleri titriyordu Salih’in. Hayatında ilk kez, arkasında durabildiği yanlış bir hareket yapmıştı. Rolünü ciddiye alıp gerçekten sinirlenmiş, ve hayata kinini, Hakan’ın 5 numaralı kanalından çıkarmıştı.
Teoman, Hakan ve Salih’in diz izli pijamalarının aksine boxer’ıyla gelerek çok da samimi bir soru sordu. “Nabıyonuz amına koyum ya, bi uyutmadınız lan?”. Teoman olanların farkında değildi. Bundan sonra her türlü ortamda prim yaptıracak bu hikaye anlatılırken, o araya sos olarak eklenecek ve “Bu salak da uyuyordu” eşliğinde pazarlanacaktı. Salih’in ilk zaferi suratında sevimli bir gülümseme bıraktı.
Program buz kesti. “Hocam siz sakin olun” cümlelerinin ardından, Yaranki sessizliğini bozarak, “Bu işin ilmini almak için okula gitmek gerekmez” diyip kendini iyice bitirdi. Televizyonlardaki son macerası, gazetelerin üst manşetinde “Canlı Yayında Şok”, “Yaranki’nin Zor Halleri”, “Yaranki’nin seksi fotoğrafları için tıklayınız” şeklinde sırasıyla yer buldu. Her kes fotoğraflara tıkladı, videodan kesilmiş olan 18 fotoğraf. 3. sünde yanlışlıkla reklama tıklayarak Yaranki’yi unuttular. Salih Çağlar adında bir professor bulunmadığını Cerrahpaşa 3 kez yazılı olarak iletmesine rağmen, gazeteler tirajlı yalanı seçmişlerdi.
Salih’in elinin titremesi geçtiğinde, Hakan’ın olayı Teoman’a anlatışını ve, Teoman’ın istemsiz takdirini dinledi. Kazanmış gibi hissetmek onu şımarttı. Cebindeki 30 rağmen onlara kahvaltı ısmarlamak istedi. Kahvaltının sonunda, para yetmeyince herkes kendi hesabını ödedi.
Şimdi Salih nerde bilmiyorum ama. Bu işten kesin prim yapıyodur hala.
Salih: 21 yaşında, gençliğinin baharında, çevresi için hiç de umut vermeyen bir genç. Başkentin devlet üniversitelerinden birinde okumakta. Adı çok da duyulmayan bir tanesinde.
Hakan: 20 yaşında. Sırf dönem arkadaşlarından bir yaş küçük olduğu bilinmesin diye bütün sosyal ağlarında doğum yılını gizlemekte. Salih’in hazırlıktan arkadaşı. Kimsenin, hatta kendi ailesinin bile merak etmediği, hiç bir sorunu yokmuş gibi görünmesiyle korkutan bir adam. Ha, Salih’in ev arkadaşı.
Teoman: Salih’in yaşıtı. Seyrek, göt kılından bozma sakallara sahip, kendine çok bakan, taze metroseksüel ve sakallarına dair hiç bir fikri olmayan bir genç. Salih içten içe sakallarına gıcık olsa da, hala bunun üzerine en ufak bir espri bile yapmadı. Teoman, ona yazdığını düşünen milyonlarca kız arasında, yalnız kalmanın kendi tercihi olduğu fikriyle, rahat uykular uyumakta. Bak yine unutuyordum, Salih ve Hakan’la geçen seneden beri aynı evde yaşamakta. Malum kira paylaşımı mevzuları…
Salih o sabah güneşin suratına vurmasıyla, “uyuması, ve herkes gibi onun da geç kalkması” gerektiği fikri ile heyecanlı boks maçını yatağında başlatmıştı. Taraflardan güneşin kazanacağı belliydi. Ama Salih, ömrü hayatında sadece bir kaç kez de olsa, bu dövüşün sonunda uyuyabildiğini biliyordu. Bu onun için yeterli bir ümit noktasıydı. Salih çok severdi, küçük şeylerden ümitlenip, her seferinde kaybetmeyi. Yine kendi sonuna koşuyordu. Dövüş bu sefer çok heyecanlı geçmedi, çünkü beyninde, trompet çalan bir topluluk, gözlerine gözlerine gelen güneşe yardım ediyordu. En azından, güneşi engelleyebilmek için pikenin altına kafasını soktu. Bu seferde burnundan istediği hava akımını alamama hali, ona “kalk işte hacı” mesajı vermeye başladı. Yastığın soğuk tarafını yokladı ama, son yarım saattir yastık da sürekli ters – düz olmaktan dolayı enterasan klima sistemini kaybetmişti. Salih çözüm önerileri ürettikçe, kanına karışan adrenalin miktarı artıyor, uykusu ondan çok uzaklara doğru, kim bilir kimin yatağına koşuyordu. Gong sesi çaldı.
“Sikicem ama yaaaaa”
Güne güzel bir başlangıç. Birbirlerine sürten ayaklarını ileriye doğru iterek, normal insanların yürümesini taklit edercesine banyoya gitti. Suyu hunharca suratına çarpmak yerine, üşümekten çekinerek önce ellerini yıkadı ve ıslak elleriyle gözlerindeki çapakları aldı. Havluya elinin her iki yüzünü hafifçe dokundurdu, ve az önce yaptığı şeyle gurur duyararak salona gitti. İkinci adımında, bu gururu perçinlemek için, cesur bir hamleyle kulağının arkasını elinin nemiyle ıslattı. Şartlar ne olursa olsun bu hareketin verdiği serinliği, hayatta hiç bir şey vermiyordu. Kanepeye kendini fırlatırcasına bıraktı, ve kafasındaki trompet solosunun bitmesini umarak televizyon kumandasında sonraki kanal tuşuna bastı. (Yazar burada Türkçe’ye “sonraki kanal tuşu” kelime topluluğunu armağan etmekten büyük övünç duyar.). Salih, günün ilk sürpriziyle, televizyonlarının sağ alt köşelerinde bulunan kırmızı ışığın yanmadığını farkettiğinde karşılaştı. 55 ekran, emektar SQNY, enerji alacak bir kaynak arıyor, ama bunu bulamıyordu. Teoman ve Hakan, bir gün nefes almaya üşenip ölecekler diye endişelendiği iki arkadaşı, nasıl olduysa yatmadan televizyonu düğmesinden kapatmışlardı. Salih’in ağzından iki arkadaşı ile akrabalık ilişkilerini kuvvetlendirecek bir kaç cümle daha döküldü. Hıhlamaya benzer bir nidayla kalkarak, televizyona doğru yürüdü ve düğmeye bastı. Ayakta olmanın verdiği muhteşem fırsatı bilip, artık sarıya çalan eskinin beyazı perdeyi yansıması televizyona gelecek şekilde örttü. Güneşe karşı bir cinlik. Şimdi hiç bir sorunun kalmadığından emindi. Kanepeye güvenle uzandı ve sol bacağını kanepenin tepesine koydu. Zaman zaman, bu hareketi Teoman ve Hakan’ın da yapabileceğini düşünüyor, ve o koltuğa kafasını koyduğu anlardan tiksiniyordu. Ama Salih tiksindiği şeyleri kafasından uzaklaştırma konusunda oldukça başarılıydı. Her zamanki gibi televizyon da, nedense hep son sıralarda bulunan müzik kanallarına doğru yolculuğuna başladı. Ana akım televizyon kanallarını geçip, Meltem, Dost, Hilal ve Flash Tv’nin bulunduğu zorlu etabı geçerken, kendine her zamanki gibi kızdı. “Şu müzik kanallarının ilki, hangi kanaldaysa direk onu açsana, salak!”. Ve hemen cevap verdi. “Ama böyle daha zevkli.” Bu cevap herşeye yeterdi. Bu cevap herşeyi açıklardı.
Salonun girişinde, her zamanki sakinliğiyle Hakan belirdi. O Salih gibi titiz değildi, yüzünü çoğunlukla yıkamazdı. Ve Salih bu durumdan nefret ederdi. Hakan, sabahın köründe yine Salih’I sevdiği bir organı şeklinde nitelediği kelimeyi sona koyarak: “Napıyosun” diye sordu. Napılır? Bir sabaha daha, kavgayla başlandıktan sonra, yanında 2 tane adam olduktan sonra napılır? Televizyon doğru düzgün kanal çekmiyorken napılır? Öğleden sonra dersini bekleyen bir adam ne yapar? Bunların hepsi, Salih’in kafasından saniyenin yüzde biri kadar sürede geçen sorulardı. Basit bir salvoyla karşıladı:”Napayım işte”. Hakan’ın ne yaptığını merak etmiyordu, sosyal baskıyı yenerek, meraksızlığının arkasında durdu. Hakan ise bu sessizliği, Salih’in karaktersizliğiyle bağdaşlaştırıcak kadar düz bir adamdı. Kumandayı aldı, ve favori tuşu 5’e bastı. Kanal D. Eğer Salih bir gün olup da bütün kanalların yerlerini değiştiricek olsa, Hakan gelip yine 5’e basıcaktı. Bundan adı gibi emindi. 5 sayısı ile bir sorunu vardı Hakan’ın. Ya da gizli bir bağı.
Ahmet Yaranki, yine her sebzenin kendine benzeyen organa yaradığı ceviz-beyin, bakla-böbrek savını gururla sunarak anlatıyordu. Patlıcan konusunda kararsızdı. Herkes gibi. Doktor üniformalı sunucular, doğru konuğu çağırmış olmanın mutluluğu, ajans teyzeleri ise hem televizyona çıkıp, hem yevmiye almanın sevinci içerisindeydiler. Salih, birden yerinden doğruldu ve telefonu eline aldı. “Çalıyo lan”. Hakan, bugüne kadar aranınca çalan bir numaraya şaşırıldığını çok görmemişti. Eski ve şu ana kadar ki tek sevgilisi Sema’nın telefonu dışında. Bu yüzden heyecan öncesi tribini “Ne çalıyo la” ile süsledi.
-Dur olm.
-Ben professor Salih Çağlar, Yaranki’nin İstanbul Üniversitesi’nden arkadaşıyım. Iıı.. Mümkünse yayına bağlanmak istiyorum.
-Tamam bekliyorum.
Hakan’ın sırasıyla duyduğu cümlelerdi bunlar.
-Hasiktir lan! Napıyon olm? Kimi aradın lan? Olm programı mı aradın?
Hakan’ın heyecanı, dilini bir makineli tüfeğe dönüştürebilecek kadardı. Cevabını merak etmediği binlerce retorik soru, topu Salih’e zaten atardı.
-Görsün bakalım puşt şimdi
-Olm ne dicen lan? Kafan mı güzel lan? Oha olaya gel…
İşte merak Hakan’ın damarlarında dolaşmaya başladı. Dakika geçmeden, telefon titremeye başladı. Seri titreme hali, GSM Operatörü’nün tatlı dost kazığı mesajının sonucuydu. Gerilimi hat safhaya çıkardı.
-Aradılar mı lan? Aradılar mı?
Aramadılar Hakan, mesaj geldi. Arasalar titredikten sonra durur mu telefon Hakan? Arasalar telefonu Salih açmaz mı Hakan? Merak, karşınızdakinin zeka seviyesini düşürmek için en kolay yoldur.
Telefon tekrar titremeye başladı, bu sefer aldı eline telefonu Salih.
-Tamam, tamam, Yok yok sadece katkıda bulunacağım ve ben de önerilerimi söylücem. Yok önerilerim darken, patlıcan konusunu diyorum. Şey, kol ve bacağa iyi gelir de, kas yapısı için yani. Tamam bekliyorum.
-Alo merhabalar, ben Salih Çağlar, Cerrahpaşa Kalp Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı profesörlerinden. -Yaranki’ye sorum olucaktı.
-Yaranki sen diplomanı nerden aldın? Sen ne haddine atıp tutuyosun ordan? Cevizle beynin ne alakası var? Alakası olsa sen hala böyle salak olur muydun? Ulan tıpla alakan yok, tütün okumuşsun, ekonomi okumuşsun, çıkmış şov yapıyosun. Sizde ordan burda teyze toplayıp alkışlatıyosunuz şu şarlatanı. Kime faydan oldu lan senin? Ayıp be ayıp, utanın!
derdemez Salih’in telefonu kapandı. Elleri titriyordu Salih’in. Hayatında ilk kez, arkasında durabildiği yanlış bir hareket yapmıştı. Rolünü ciddiye alıp gerçekten sinirlenmiş, ve hayata kinini, Hakan’ın 5 numaralı kanalından çıkarmıştı.
Teoman, Hakan ve Salih’in diz izli pijamalarının aksine boxer’ıyla gelerek çok da samimi bir soru sordu. “Nabıyonuz amına koyum ya, bi uyutmadınız lan?”. Teoman olanların farkında değildi. Bundan sonra her türlü ortamda prim yaptıracak bu hikaye anlatılırken, o araya sos olarak eklenecek ve “Bu salak da uyuyordu” eşliğinde pazarlanacaktı. Salih’in ilk zaferi suratında sevimli bir gülümseme bıraktı.
Program buz kesti. “Hocam siz sakin olun” cümlelerinin ardından, Yaranki sessizliğini bozarak, “Bu işin ilmini almak için okula gitmek gerekmez” diyip kendini iyice bitirdi. Televizyonlardaki son macerası, gazetelerin üst manşetinde “Canlı Yayında Şok”, “Yaranki’nin Zor Halleri”, “Yaranki’nin seksi fotoğrafları için tıklayınız” şeklinde sırasıyla yer buldu. Her kes fotoğraflara tıkladı, videodan kesilmiş olan 18 fotoğraf. 3. sünde yanlışlıkla reklama tıklayarak Yaranki’yi unuttular. Salih Çağlar adında bir professor bulunmadığını Cerrahpaşa 3 kez yazılı olarak iletmesine rağmen, gazeteler tirajlı yalanı seçmişlerdi.
Salih’in elinin titremesi geçtiğinde, Hakan’ın olayı Teoman’a anlatışını ve, Teoman’ın istemsiz takdirini dinledi. Kazanmış gibi hissetmek onu şımarttı. Cebindeki 30 rağmen onlara kahvaltı ısmarlamak istedi. Kahvaltının sonunda, para yetmeyince herkes kendi hesabını ödedi.
Şimdi Salih nerde bilmiyorum ama. Bu işten kesin prim yapıyodur hala.
7 Nisan 2012 Cumartesi
kaybedemeyenler
Nedir:
ruhtansesler
Mavi. Masmavi düşlere uzanırdık çayın öte yüzünde. Şimdiyse altın kafeslerde vatansız. Sahipsiz. Yersiz. Yurtsuz.
Kabuklar kırılıp da bulutlar kaplarken gökyüzünü uzanıp da tutamadık. Kocaman bir nefes çekip de, savuramadık üzerimize gelenleri. Sonbahar ruhumuza geldi. Kartpostallarda güzel duran bordo renkli ağaçlar içimizi mesken tuttu. Gölge aradık, güneş bile bulamadık. Değiştik. Değişti rengimiz. Gri ve bordo, danslar etti sazlar eşliğinde. Seyretmenin çaresizliğiyle, alkışlar eşliğinde kendi düşlerimizi unuttuk. Kaybolduk. Kaybettik denizi. Gökyüzü ile sevişemeyince bardakta saydam duran deniz, yüreğimizde çamura bulandı. Dalga aradık, kum taneleri vurdu suratımıza. Biz doğuran kazanlara hayatımızı adamışken, ölenlere inanamadık. Sindiremeyip de değişmeyi, önce bir kaç damla sonra ırmaklar dolusu kan ile bastırdık midemizi.
Harcadık. Harcatmaya kurulu dünyaya, elimiz boş gelmesek de, hiç hoş gelemedik. Önce hayallerimizi, sonra cebimizdekileri en son da ümitlerimizi tek tek harcadık. Öyleki, sizleri bile harcadık. Üzerimize giydik. Çamaşır makinesine attık. Özlemek bundandır belki de eski bayramları. Kıskanmak bundandır belki kaybedenleri. İç çekmek bundandır belki de Atay'a.
Biz kaybetmeyen yeni nesiliz. Bizi unutmayın. Biz kaybedecek hiç bir şeyi olmayan, aynaya çıplak bakamayan, var olmayı bile beceremeyen, ürkek ve salak, kaybedemeyenleriz.
Kabuklar kırılıp da bulutlar kaplarken gökyüzünü uzanıp da tutamadık. Kocaman bir nefes çekip de, savuramadık üzerimize gelenleri. Sonbahar ruhumuza geldi. Kartpostallarda güzel duran bordo renkli ağaçlar içimizi mesken tuttu. Gölge aradık, güneş bile bulamadık. Değiştik. Değişti rengimiz. Gri ve bordo, danslar etti sazlar eşliğinde. Seyretmenin çaresizliğiyle, alkışlar eşliğinde kendi düşlerimizi unuttuk. Kaybolduk. Kaybettik denizi. Gökyüzü ile sevişemeyince bardakta saydam duran deniz, yüreğimizde çamura bulandı. Dalga aradık, kum taneleri vurdu suratımıza. Biz doğuran kazanlara hayatımızı adamışken, ölenlere inanamadık. Sindiremeyip de değişmeyi, önce bir kaç damla sonra ırmaklar dolusu kan ile bastırdık midemizi.
Harcadık. Harcatmaya kurulu dünyaya, elimiz boş gelmesek de, hiç hoş gelemedik. Önce hayallerimizi, sonra cebimizdekileri en son da ümitlerimizi tek tek harcadık. Öyleki, sizleri bile harcadık. Üzerimize giydik. Çamaşır makinesine attık. Özlemek bundandır belki de eski bayramları. Kıskanmak bundandır belki kaybedenleri. İç çekmek bundandır belki de Atay'a.
Biz kaybetmeyen yeni nesiliz. Bizi unutmayın. Biz kaybedecek hiç bir şeyi olmayan, aynaya çıplak bakamayan, var olmayı bile beceremeyen, ürkek ve salak, kaybedemeyenleriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)