“the child is grown, the dream is
gone.
i have become comfortably numb.”
i have become comfortably numb.”
Roger Waters
Adım adım yürüyordu Adem evine, gün
boyu sırtında taşıdığı çantanın ağrısıyla omuz omuza. Her zamanki gibi zili
çaldı, kimsenin açmasına izin vermeyecek kadar kısa bir sürede ise anahtarı
kilitle seviştirdi. Yalnızlık bile Adem’in hızına yetişemiyordu. Annesini
gömdüğü günden beri bunu yapmaktan sapıkça bir zevk alıyordu. Tozu en son altı
ay kadar önce, bir elin tersiyle silkelenmiş 37 ekran televizyonu açtı ve
kanalları gezdi. Her gün yeni bir şans veriyordu renkli kutuya. Bir kez daha
gürültüye tahammül edemedi. Naylonu eskimiş kumandayı, divandaki minderin
altına koydu ve tek kişilik yaşam formunu alıp tavandaki kabarcıkları saymaya
başladı. Hiç yüze gelecek kadar sabrı olmadı Adem’in. 42. Ayağa kalktı ve
vestiyerden kalan son hatıra olan çekmeceye yöneldi. İkinci çekmece,
çocukluktu. Adem’in bir bisikleti olmadı. Daha iyisi, polaroid fotoğraf
makinesi. Bütün çocuklar pedallere olanca gücüyle basıp uzaklara gitmenin hayalini
kurarken, Adem Karakaya bir kaya gibi kalıp, etrafından uzaklaşmak isteyenleri
kağıda döküyordu. Her birini suçlayacak kadar kanıtı vardı elinde. Her akşam bu
kanıtlara kendini şahit olarak ekliyordu.
Adem, şehrin yerel televizyonunda
kameramanlık yapıyordu. Onun için hayatın kendisi kocaman bir haber bülteniydi.
Sol göz kısık, sağ göz kocaman. 165 dereceden hayat Adem’e çok daha güzeldi.
Babasının, gurbetten gelen hediyeyi ne yapması gerektiğini bilemeyip Adem’e
verdiği an çizilmişti kaderi. Liseyi zorla bitirdi. Sınanmaktan korktuğundan
üniversiteyi hiç düşlemedi. İş aramadı. 19 yaşında girdi bir pasajın en üst
katına yerleşmiş olan televizyonun kapısından içeri. “Kameramanlık yapabilir
miyim?” diye sordu.
- Nasıl? Neden?
- Fotoğraf makinem var, ama kameram
yok. Eğer siz bana kamerayı geçici bir süreliğine verirseniz, haber
getirebilirim size. Olmaz mı?
Kanal müdürü, sabah beri içtiği demli
çayların sarhoşluğuna dayanamadı. “Tamam” dedi. “Haberin büyüklüğüne gore
alırsın paranı.”
Adem ilk kez bir duygu hissetti
içinde. Adem ilk kez kanatlanan bir güvercin gördü.
Babası öldüğünden beri, bir senedir,
annesiyle yaşıyordu o zaman. Eve geldi. “İş buldum” dedi. Kayıtsızlık bu evin
duvarlarında poster olarak asılmıştı. 14 senedir aynı kanalda kameramanlık yapıyor
Adem, üstelik artış maaşlı çalışıyor. Arkadaşı yok, tanıdıkları var. Kimseye
zarar vermez. Ona dair bilinen tek şey ismi ve soyismi. Ha bir de, güçlü bir
savaş silahı gibi görünen kamerası. Fotoğrafları ezberlemekten sıkılmış olsa
gerek, saz kursuna başlamıştı Adem. Her şehrin vefa ve cefa konusunda üzerine
olmayan bir Halkevi müdürü vardır. İşte bu şehir de tam böyleydi. 3. Haftasına
girilen kurs, öğretmen ve öğrenci ilişkisinden daha çok, sanatçı ve dinleyen
ilişkisini barındırıyordu. Artık kursiyerler, hocanın bir sonraki konserini
bekler gibi bekliyordu sonraki çalışmayı.
Adem sabahın ilk ışıklarıyla uyandı
divanda. Elindeki fotoğrafları nazikçe yerleştirdi 2. Çekmeceye. Saçını ayna
yerine camdaki yansımasına bakarak düzeltmeyi tercih etti bir kez daha. Önce
kanala gidip kamerayı aldı. Sevgilisiyle aynı evde kalmıyordu. Onu daha çok
özlemek için. İş arkadaşı Serhan’ı bekledi. Ve kanalın önünden birlikte
valiliğe doğru ilerlediler. Adem için bir şeyler ters gidiyordu ve onun bunu
farketmesi hiç de uzun sürmedi. Gözlerinde bir şeyler olduğunu hissediyordu.
Adem’in çocukluğunu yaşayan, onun gibi lisenin son sınıfında babasını kaybeden,
onun gibi annesini yatakta ölü bulan herkes “acı” nın ne demek olduğunu bilir.
Oysa Adem bilmiyordu. İlk kez bugün tanıştığı duygu, onu köşeye sıkıştırsa da;
Serhan’a sormamak için bunu, yani kabul etmemek için nakavtı, dayaktan zevk
almaya başlamış bir boksör gibi sarılıyordu acıya. “Daha çok acıt!” diyordu.
Gözlerini kısıyordu. Vali arabasına binerken, ilk kez Adem onu göremedi. Vali 3
yıldır aynı merdivenden iniyor, aynı adımla arabasına biniyordu. Adem ise
omzunu aynı şekilde çevirip, aynı noktadan kamerayı valiye yaklaştırıyordu.
Görmeden çekilmiş bir haber. Adem kanala dönmek istedi. Kimse “Neyin var?”
demesin diye, “işim var” dedi. Sevgilisini ait olduğu çantaya koyup, ertesi gün
gelmek üzere ayrıldı yanından. Saz kursunun saatini beklemeye koyuldu yalnız
adam. Samsun216 sından bir fırt çekti. Hatıra biriktiriyordu farkında olmadan.
Gözleri acı vermeye, Adem de daha çok dayak istemeye devam etti.
“Haydar Haydar”, “Acem Kızı”,
“Zahidem”. Sazın her telini tanıyordu artık Adem. İzleye izleye öğreniyordu.
Kafasında istediği türküyü söyleyen, çalan bir ozan. Kimseler bilmesin. Cahildi
Adem, dünyanın rengine kanıyordu her gördüğünde. Sigara için dışarıya çıktı, ve
o renklerin yavaş yavaş kaybolduğunu anlamaya başladı. Yıllardır Adem’in
yapamadığı ne varsa hücum ediyordu. Adem’in gözünün beyazı, gözbebeğini
çepeçevre sarmış, yutuyordu. Görkemli bir savaş, bi adamın hayatının fethine
sebep oluyordu. Adem sıkıca kapattı gözlerini. Bir kez daha açtı. Her şey daha
renksiz ve dar. 165 derecenin altında olduğuna adı kadar emindi. Adem’in
hayatı, gözünün önünde, gözünün içinde yaşanan bir savaşla kararıyordu. Dur
artık! Yalvarırım dur! Oysa bu savaş sabah başlamıştı Adem, bu savaş 33 yıl
önce başlamıştı. Artık çok geç. Necati ve Ahmet, Adem’in yanına geldiler,
Adem’in gözlerini kırpıştırması, ayan beyan bir sorunu niteliyordu. Necati
gördü ilk; “Hasiktir! Noluyo lan senin gözlerine?!” Adem konuşmadı. Artık
ufacık bir nokta haline gelmişti gözbebekleri. Korkunç bir film kahramanına
dönüşüyordu. Necati ve Ahmet ilk seyircilerdi ve çoktan korkmuşlardı. Adem
görmedi. 33 yıl boyunca hiç bir şeye gerçekten tutunmamış Adem, şimdi
yakalamayı da, durdurmayı da bilmiyordu. Bembeyaz bir pişmanlık gözlerinin
önünde. Dünyası bembeyaz olan bu adamın ağzından bir cümle döküldü:
- Kör oluyorum lan ben! Siktir!!
Necati durdu. Ahmet durdu. Dünya
durdu. Çocukluğu gitmek isteyip de gidemeyenlerin fotoğraflarını çekerek,
gençliği ise etrafında ne varsa bir kasete sığdırmaya çalışarak geçen adam,
hayatının “gerçekten” gidişine karşı bir şey yapamıyordu. Dünyada olmasını
anlamlı kalan tek şey; gözleri. Şimdi sonsuz bir beyazlığa doğru gidiyordu. Adem
ağladı. Necati ağladı. Herşey diye bir şey yoktu Adem için, şey vardı, az önce
giden. Doğru düzgün veda bile etmeyen, Adem’in kapıyı açmasına bile müsade
etmeden anahtarı yerleştiren bir şey.
“Napıcam lan ben? Napıcam şimdi?”
9 sene nöbet tuttu. 42 yaşında,
içindeki kabarcıklar tavana çıkana kadar yaşadı. Uykusunda öldü. Ondan
alınanlara karşı, verilen tek şey buydu.
Adem Karakaya. Aramızda yürüyordu.