26 Mayıs 2013 Pazar

o, aramızda yürüyor

the child is grown, the dream is gone.
i have become comfortably numb.
Roger Waters

Adım adım yürüyordu Adem evine, gün boyu sırtında taşıdığı çantanın ağrısıyla omuz omuza. Her zamanki gibi zili çaldı, kimsenin açmasına izin vermeyecek kadar kısa bir sürede ise anahtarı kilitle seviştirdi. Yalnızlık bile Adem’in hızına yetişemiyordu. Annesini gömdüğü günden beri bunu yapmaktan sapıkça bir zevk alıyordu. Tozu en son altı ay kadar önce, bir elin tersiyle silkelenmiş 37 ekran televizyonu açtı ve kanalları gezdi. Her gün yeni bir şans veriyordu renkli kutuya. Bir kez daha gürültüye tahammül edemedi. Naylonu eskimiş kumandayı, divandaki minderin altına koydu ve tek kişilik yaşam formunu alıp tavandaki kabarcıkları saymaya başladı. Hiç yüze gelecek kadar sabrı olmadı Adem’in. 42. Ayağa kalktı ve vestiyerden kalan son hatıra olan çekmeceye yöneldi. İkinci çekmece, çocukluktu. Adem’in bir bisikleti olmadı. Daha iyisi, polaroid fotoğraf makinesi. Bütün çocuklar pedallere olanca gücüyle basıp uzaklara gitmenin hayalini kurarken, Adem Karakaya bir kaya gibi kalıp, etrafından uzaklaşmak isteyenleri kağıda döküyordu. Her birini suçlayacak kadar kanıtı vardı elinde. Her akşam bu kanıtlara kendini şahit olarak ekliyordu.

Adem, şehrin yerel televizyonunda kameramanlık yapıyordu. Onun için hayatın kendisi kocaman bir haber bülteniydi. Sol göz kısık, sağ göz kocaman. 165 dereceden hayat Adem’e çok daha güzeldi. Babasının, gurbetten gelen hediyeyi ne yapması gerektiğini bilemeyip Adem’e verdiği an çizilmişti kaderi. Liseyi zorla bitirdi. Sınanmaktan korktuğundan üniversiteyi hiç düşlemedi. İş aramadı. 19 yaşında girdi bir pasajın en üst katına yerleşmiş olan televizyonun kapısından içeri. “Kameramanlık yapabilir miyim?” diye sordu.
- Nasıl? Neden?
- Fotoğraf makinem var, ama kameram yok. Eğer siz bana kamerayı geçici bir süreliğine verirseniz, haber getirebilirim size. Olmaz mı?
Kanal müdürü, sabah beri içtiği demli çayların sarhoşluğuna dayanamadı. “Tamam” dedi. “Haberin büyüklüğüne gore alırsın paranı.”
Adem ilk kez bir duygu hissetti içinde. Adem ilk kez kanatlanan bir güvercin gördü.

Babası öldüğünden beri, bir senedir, annesiyle yaşıyordu o zaman. Eve geldi. “İş buldum” dedi. Kayıtsızlık bu evin duvarlarında poster olarak asılmıştı. 14 senedir aynı kanalda kameramanlık yapıyor Adem, üstelik artış maaşlı çalışıyor. Arkadaşı yok, tanıdıkları var. Kimseye zarar vermez. Ona dair bilinen tek şey ismi ve soyismi. Ha bir de, güçlü bir savaş silahı gibi görünen kamerası. Fotoğrafları ezberlemekten sıkılmış olsa gerek, saz kursuna başlamıştı Adem. Her şehrin vefa ve cefa konusunda üzerine olmayan bir Halkevi müdürü vardır. İşte bu şehir de tam böyleydi. 3. Haftasına girilen kurs, öğretmen ve öğrenci ilişkisinden daha çok, sanatçı ve dinleyen ilişkisini barındırıyordu. Artık kursiyerler, hocanın bir sonraki konserini bekler gibi bekliyordu sonraki çalışmayı.

Adem sabahın ilk ışıklarıyla uyandı divanda. Elindeki fotoğrafları nazikçe yerleştirdi 2. Çekmeceye. Saçını ayna yerine camdaki yansımasına bakarak düzeltmeyi tercih etti bir kez daha. Önce kanala gidip kamerayı aldı. Sevgilisiyle aynı evde kalmıyordu. Onu daha çok özlemek için. İş arkadaşı Serhan’ı bekledi. Ve kanalın önünden birlikte valiliğe doğru ilerlediler. Adem için bir şeyler ters gidiyordu ve onun bunu farketmesi hiç de uzun sürmedi. Gözlerinde bir şeyler olduğunu hissediyordu. Adem’in çocukluğunu yaşayan, onun gibi lisenin son sınıfında babasını kaybeden, onun gibi annesini yatakta ölü bulan herkes “acı” nın ne demek olduğunu bilir. Oysa Adem bilmiyordu. İlk kez bugün tanıştığı duygu, onu köşeye sıkıştırsa da; Serhan’a sormamak için bunu, yani kabul etmemek için nakavtı, dayaktan zevk almaya başlamış bir boksör gibi sarılıyordu acıya. “Daha çok acıt!” diyordu. Gözlerini kısıyordu. Vali arabasına binerken, ilk kez Adem onu göremedi. Vali 3 yıldır aynı merdivenden iniyor, aynı adımla arabasına biniyordu. Adem ise omzunu aynı şekilde çevirip, aynı noktadan kamerayı valiye yaklaştırıyordu. Görmeden çekilmiş bir haber. Adem kanala dönmek istedi. Kimse “Neyin var?” demesin diye, “işim var” dedi. Sevgilisini ait olduğu çantaya koyup, ertesi gün gelmek üzere ayrıldı yanından. Saz kursunun saatini beklemeye koyuldu yalnız adam. Samsun216 sından bir fırt çekti. Hatıra biriktiriyordu farkında olmadan. Gözleri acı vermeye, Adem de daha çok dayak istemeye devam etti.

“Haydar Haydar”, “Acem Kızı”, “Zahidem”. Sazın her telini tanıyordu artık Adem. İzleye izleye öğreniyordu. Kafasında istediği türküyü söyleyen, çalan bir ozan. Kimseler bilmesin. Cahildi Adem, dünyanın rengine kanıyordu her gördüğünde. Sigara için dışarıya çıktı, ve o renklerin yavaş yavaş kaybolduğunu anlamaya başladı. Yıllardır Adem’in yapamadığı ne varsa hücum ediyordu. Adem’in gözünün beyazı, gözbebeğini çepeçevre sarmış, yutuyordu. Görkemli bir savaş, bi adamın hayatının fethine sebep oluyordu. Adem sıkıca kapattı gözlerini. Bir kez daha açtı. Her şey daha renksiz ve dar. 165 derecenin altında olduğuna adı kadar emindi. Adem’in hayatı, gözünün önünde, gözünün içinde yaşanan bir savaşla kararıyordu. Dur artık! Yalvarırım dur! Oysa bu savaş sabah başlamıştı Adem, bu savaş 33 yıl önce başlamıştı. Artık çok geç. Necati ve Ahmet, Adem’in yanına geldiler, Adem’in gözlerini kırpıştırması, ayan beyan bir sorunu niteliyordu. Necati gördü ilk; “Hasiktir! Noluyo lan senin gözlerine?!” Adem konuşmadı. Artık ufacık bir nokta haline gelmişti gözbebekleri. Korkunç bir film kahramanına dönüşüyordu. Necati ve Ahmet ilk seyircilerdi ve çoktan korkmuşlardı. Adem görmedi. 33 yıl boyunca hiç bir şeye gerçekten tutunmamış Adem, şimdi yakalamayı da, durdurmayı da bilmiyordu. Bembeyaz bir pişmanlık gözlerinin önünde. Dünyası bembeyaz olan bu adamın ağzından bir cümle döküldü:
 - Kör oluyorum lan ben! Siktir!!

Necati durdu. Ahmet durdu. Dünya durdu. Çocukluğu gitmek isteyip de gidemeyenlerin fotoğraflarını çekerek, gençliği ise etrafında ne varsa bir kasete sığdırmaya çalışarak geçen adam, hayatının “gerçekten” gidişine karşı bir şey yapamıyordu. Dünyada olmasını anlamlı kalan tek şey; gözleri. Şimdi sonsuz bir beyazlığa doğru gidiyordu. Adem ağladı. Necati ağladı. Herşey diye bir şey yoktu Adem için, şey vardı, az önce giden. Doğru düzgün veda bile etmeyen, Adem’in kapıyı açmasına bile müsade etmeden anahtarı yerleştiren bir şey.
“Napıcam lan ben? Napıcam şimdi?”

9 sene nöbet tuttu. 42 yaşında, içindeki kabarcıklar tavana çıkana kadar yaşadı. Uykusunda öldü. Ondan alınanlara karşı, verilen tek şey buydu.

Adem Karakaya. Aramızda yürüyordu.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

üzmek istemiyorum seni



“Üzmek istemiyorum seni.” Ne çok anlama gelir. Ne çok şey söyleyebilirim sana bir adet cümleyle. Güçlüyüm derim mesela. Ben hiç üzülmedim, maksat sen üzülme. Kıyamayacak gibi de değilim bak üstelik, uğraşmak istemiyorum daha fazla ama. Zaman kaybettirme daha fazla.

“Üzmek istemiyorum seni.” Korkağımdır belki. Ya da suçlu. Vicdanımdaki muhasebe defterine yeni bir kayıdı ekleyemeyecek kadar güçsüz. Bir de onun acısına katlanamıyorumdur artık. İnsan katlanabileceği acıları ister mi sanki? Kendime mazeret bulamayacak kadar çaresiz.

“Üzmek istemiyorum seni.” Kimbilir belki de o kadar kızgınım ki sana. Sinirime hakim olamamaktan çekiniyorumdur. İçimdeki katilin karnı çok acıkmıştır. Seni son kez uyarıyorumdur. Yüzleşme tercihini sana bırakmışımdır. Açıktan tehdit.

“Üzmek istemiyorum seni.” Kararsızım. Öyle miyim? Ben bir şeyler yapacağım ve sen çok üzüleceksindir. Beni ilgilendirir yalnızca. Benim tasarrufumda her şey. Safi bencilliğime değer yargısının vurduğu çekici görür gözüm. Dilimden sana koz olarak çıkar gizli gündemim: “bak, aklımdasın.” Belki mazeretim olur ha? Hafifletici sebebim.

“Üzmek istemiyorum seni.”
Sen anladın.
Ama ben anlamadım.