25 Temmuz 2012 Çarşamba

bir garip hikaye... vol.2


Nazmi: 47’ine basalı bir kaç ay oluyor. Ne zaman doğduğundan annesi bile emin değildi. Doğumu dahi, kimse için bir anlam ifade etmemişti. Gençliğinde, uzun boyu sebebiyle boyacıların yanında çalışmaya başlayan Nazmi, yakın arkadaşı Kemalettin’in(Kemo), tinere bağımlı olduğunu farketmesiyle bu işe 8 yıl kadar önce tövbe etti. Bağımlılık, onun taşıyamayacağı bir yüktü. O günden bu yana Kemo ile de görüşmüyor. Bir kaç ay boş gezdikten sonra, aynı yastığı paylaştığı kadının, Belkıs’ın, çenesine dayanamayıp inşaatlarda çalışmaya başladı. Hayatının belki de ilk kıyak durumuyla inşaatlarda karşılaşıp, demir kesme makinesinden sorumlu oldu. Hala da öyle.

Belkıs: Hayatının dönüm noktası 24’ünde iken Nazmi ile başladı. 24 yıllık ilk kısımda kendine dair hiç bir kararı verememiş olmayı, hayatının parçası haline getiren Belkıs, düğün günü ilk kez karşısında Nazmi’yi bulunca, o ana kadar kendisi adına verilmiş son kararın da evlilik olduğunu hissetti. Çirkince bir yüze sahip olan Belkıs, suratındaki siyah beni yüzünden de 24 yıl boyunca talipli bulamamıştı. İşin garip yani, kendisi de hayatı boyunca hiç bir erkeği hayal etmemişti. 26 yıldır evil olduğu kocasına henüz mahrem yerleriyle münasebet şansı tanımamıştı. Rüyalarında kendini komşu kızı Hasibe’nin koynunda görüyor, hemen ertesi sabah kurşun dökerek şeytanlarından kurtuluyordu. Tam 50 yaşında, çılgın bir bakireydi anlayacağın sevgili okur.

Halis: Nazmi’nin sigara ortağı. Yevmiye sırasına birlikte girer, yemeklerini birlikte yerler. Halis, Nazmi’ye benzer bir hikaye taşır. Onun dramı babasızlığındadır, kimseye söylemediği ana mesleğinde. Dayanamaz kaçar annesinden de, süt emdiği yerlerin başkalarıyla münasebeti, ona her lokmayı haram kılmıştır sütten beri. Sıvacıdır, her gün farklı gömlek giyer nedense, Gardrop Halis.

2 göz, 1 mutfaklık hayatlarını, 26 yıllık mutsuzluklarıyla birlikte sırtlarında taşıyan çift, her akşam yorgun düşüyor ve saat henüz 11’I göstermeden, somyadan bozma yataklarında horuldamaya başlıyorlardı. Nazmi kendini bir kaç zamandır, hiç de alışkın olmadığı hallerde farkediyor, vücudunun tam orta noktasında zaman zaman kabaran haline anlam veremiyordu. Onun için hikaye, genelde bir kaç haftada bir gece meleklerinin ziyaretiyle gerçekleşen, sabah ezanının ardından “Belkıs bi su kaynat gız, cünup olmuşum” cümlesi ile son bulan hüzünbaz bir haldi. Belkıs içinden ne kadar ilenirse ilensin, kadınlık görevlerini yerine getirmediğinin bilincinde, ve iş bu yüzden cünupluğun da hayırlara vesile olduğunu düşünmekteydi. Nazmi’nin son zamanlardaki bu hali, o gece 3 sularında yine vuku olmuş, ellerini Belkıs’ın bacaklarına doğru götürdüğü anda, tilki uykusundan uyanan Belkıs’ın “Çek elini nasibetsiz herif!” paparasıyla da son bulmuştu. Oysa Nazmi, en az kestiği demirler kadar sağlam hayallere sahipti.

Yıllardır belki de ilk kez, yaşam alanlarının tam ortasında bir inşaatta çalışmaktaydı. İnşa etmekte oldukları binanın hemen yanı ise, Nazmi’nin değişmiş ama evrimleşmemiş türlerini içeren bir plazaydı. Diz hizası etek giyen onlarca kadın. Ve onlardan daha fazla sayıda, Nazmi’nin hep tasmaya benzettiği, kravatlı adamlar. İşte demir kadar sağlam hayaller. İşte hendek. İşte Nazmi. Nazmi hayallerinde dahi kendini oraya koyamıyor, adeta ön sıralardan defile izleyen fularlı adamlar gibi gelip geçeni izlediğini düşünerek, kalbinin ritmini artırıyordu. Belkıs o anda, ondan hiç beklenmeyen bir şekilde, uzun uzun, usul usul osurdu. Nazmi o anda, sert yataktan kaynaklı bel ağrısını hissetti. İşte gerçek. Nazmi’nin gerçeği, demirden bile sağlam sandığı hayallerini, her gün kullandığı demir kesme makinesi kadar rahat kesti. Sinirlendi. Herkese. Hakkı var mıydı buna, kimse bilemez. Ama çok sinirlendi. Belkıs’a vurmak istediği anda, kendi kokusu geldi aklına. Güneşin kaynattığı ter bezlerinden, “Ben Nazmi’yim işte! Bu dünyanın Nazmi’si benim!” diye bağıran kokusunu. Vazgeçti. Belkıs da ondan farksızdı. Tamamı kendisine ait olmayan uzun yastıkta, kafasını onlarca kez çevirerek sabahı buldu.

Güneşin doğuşuyla birlikte, boyacılık günlerinden kalma, çok sevdiği tulumunu geçirdi üstüne. Üstünde günlerdir durmakta olan, rengi artık pembeye çalan, eskilerin bordosu kısa kollusu. Ayakkabılarının ökçelerine basarak, gecekondularının önünden giden toprak yola attı kendini. Daha elektrik lambalarının bile sönmediği, tan vaktinde çoraplarının içine kaçabilecek kadar ince kumlar barından yoldan yürümeye başladı. Bir kaç sokak köpeğiyle günaydınlaştıktan sonra, iş servislerini beklemeye başladı. İveco model, açıkkasa kamyonet.

Beş dakika dolmadan, köşe başından Halis göründü. Kafasından yukarı doğru tüten dumanlar yüzünden, vagonlarından ayrılmış, hayalet bir lokomotif gibiydi. O gezdikçe rayları dizilen. Tek tabanca Halis.
-Bana da yak la bi tane
Belkıs’ın korkusuna paket sigara alamayan Nazmi, arasıra aldıklarını Halis’e verirdi. Aralarındaki bu ince hesaplı ilişki, belki onları bu kadar yakın tutan yegane sebepleriydi.

Yarım satin ardından on dokuz kişilik işçi ordusu, kamyonetin kasasına konserve sardalyalar gibi dizilmeye başladı. Günlük sallanma terapilerinin, ilk yirmi dakkasıydı yolculukları. Nazmi’nin siniri, her sallantıda bir üst seviyeye çıkıyordu. Kamyonetten birer birer atlayan sardalyalar, inşaatın midesine doğru ilerlerken Nazmi kararını vermişti. Önünde 1,5 metrelik parçalara ayırması gerektiği yüzlerce demirle, artık her yerini göstermiş olan güneşe karşı savaşmayacaktı. İşine her zamanki gibi demir kesme makinesini, ölçekleyerek başladı. Ve kestiği ilk parçayı, ayağıyla makinenin altına doğru itekledi.

1. katta bütün bu gürültüden rahatsız, her biri birer kişisel gelişim uzmanı, gelişmiş canlılar, 6 kadın ve her zamanki gibi 1 adamdan oluşan insan kaynakları ekibi oturmaktaydı. Nazmi için bütün bu detaylar anlamsız olsa da, herhangi bir şeyin sonucunu, Belkıs’ın çenesiyle ölçen bu adam için, belki de yanlış bir topluluktu. 1,5 metrelik çubuğu, bütün kadınlara ve bütün köpeklere atacaktı. 1.5 metrelik çubuğun fayansa çarptığında çıkardığı sesi ondan daha iyi kimse bilemezdi, ve bu sefer bütün bir bina duyacaktı. Doğru anı bekliyordu.
Zaman ilerledikçe, vücudunun kaybettiği suyu, kıyafetleri emiyor, tuzu ise kendine desen yapıyordu. Bütün bu işlemler inşaattan çok daha keskin bir kokuyu, Nazmi’nin burnuna milim milim çakıyordu. Her bir saniye daha güçsüz hissediyordu, ilk yüzlük kısımı bitirmiş, adeta ruhunu emen bu makinaya, zihnini de teslim etmeye başlamıştı. Herkes, sonunda ne boka benzeyeceği bilmediği bu bina için sağa sola koşturuyor gibi görünürken, yalnız kaldığı anlarda bir sonraki inşaata kadar ki yevmiyesiz dönemi kısaltabilmek adına işleri donduruyordu. Bir tür köşe kapmacaydı oynadıkları. Nazmi dışında. O plazaya en yakın, inşaatın tam önünde, ustanın tam önünde, mütaahitin tam önünde, kapitalin tam önünde, bir İsveç saati kadar eşit aralıklı ve ritmik demir kesmeye devam ediyordu.

Nazmi’nin hayali, oynadığı makine rolünün dişlileri arasında ezilip giderken, öğle paydosu geldi. Birer soğanlı lahmacun ve birer ayran. Bu güçle insan neler yaptıramaz ki? Bir lahmacun ve ayran, yeri gelir yüzlerce demir kestirir, yeri gelir bir kaç züppenin cebinden para çalıp, reklam yapar.

Lahmacunun son yudumu, Nazmi’nin sabah fantazisini gerçekleştirme arzusuna dönüşerek mide yolunu tutu. Nazmi 47 yıldır kimselere göstermediği hıncının harcına saplayacaktı o demiri ki, sapasağlam olsun. Taş kesilsin. Yüzünü bir gülümseme aldı, önünü ise ufak bir çadır. Halis: “Ne düşünüyon la pezevenk? Bizi mi götürcen?” diyerek, çadıra bir selam çaktı. Nazmi libidosuna da, Halis’e de aynı cevabı verdi: “Bi siktirgit lan”. Adım adım demirlere yürüyerek, tek kişilik şovuna devam etti. Plazaya, yeterli miktarda hırsının girmesini bekliyordu.

Köşekapmaca başlayalı kısa bir süre olmuştu ki, bir çığlık bastı ortalığı: “Yeter amınıza koduklarım! Yeteeer! Yeteeer!” Nazmi’nin elinde, makinenin altında gölgede keyfine bakan 1,5 metrelik ilk demir gücünü topluyordu. O demir, o elden fırladı ve Nazmi’nin bütün yükleriyle birleşti, bütün kızgınlığıyla birleşti. Somyadan bozma yatak, Belkıs’ın osuruğu, Nazmi’nin ter kokusu, libidosu her şeyi oldu. Açık camdan içeriye girdi, önce bir bilgisayarı yere düşürüp, sonra da insan kaynakları Seda Hanım’ın kalçasının sol alt tarafına saplandı. Bütün bu olayları gözünün önünde yaşayan Berke Bey panikle masasından fırladı ve düşürdüğü laptopu demire çarparak, o muazzam sesi çıkardı. İşte Nazmi kurtulmuştu. İşte o ses, herşeye son vermişti.

Seda Hanım, hastaneye kaldırıldıktan 3 saat sonra bundan sonra giyemeyeceği etekleri düşünerek şikayetçi olmaya karar verdi. Oysa Berke, çoktan onun yerine bu işi yapmıştı. Plazada bu olay büyük yankı uyandırdı. Herkes, inşaatların mesai saatleri dışında yapılması görüşünde, bütün zekalarını kullanmış olmalarına ragmen birleşti. Halis taş kesildi. Kendisinin aklına bile gelmeyen şeyleri, gözünün önünde sigara kardeşi yapmıştı. Nazmi güldü. Çok güldü hem de. Hiç gülmediği kadar. Polis önce gözaltına alıp, dövdü Nazmi’yi. Kim olduğunu sordular. “Kimsin lan sen?”. Kimsenin merak etmediği bir soru, ilk kez merak konusu oldu. Kimdi Nazmi?

3. gününde hapse attılar, 8 aydan biraz fazlaca bir süre, bu sefer gerçek parmaklıkların arkasında yaşadı Nazmi. Belkıs, Nazmi’ye ettiği beddualardan fırsat bulduğu bir vakit, Hasibe’yle “kız sen ne güzel şeysin” muhabbetine girdi. Ne yazıkki Hasibe, onun kadar sevgi dolu değildi. Belkıs, 3 aydır bir kez bile ziyaretine gitmediği kocasından habersiz, başka bir semte taşındı. Temizlik işine devam etti. Çirkinliği hep en büyük kalkanı oldu.

Nazmi parmaklıkların öteki tarafına geçtiği gün, karşısında eskisinden aç günler bekliyordu karşılamak için. Oysa o mutluydu. Garip bir mutluluk. Kimsenin anlayamadığı.

Hiç yorum yok: