14 Ağustos 2013 Çarşamba

medrese günlükleri - bir

Kaçma fikrinin fiiliyata geçişi her zaman sürprizlerle dolu. İstanbul’a geleli iki haftayı devirmiştim. Hayata karşı doğal misafir duruşum, bu günlerin acısını azalttı. Sanki yıllardır bir adet bavulla yaşıyor gibiydim. Günler günlerle çocuk oyunları oynayıp koştururken, rüyasını aylar önce kurduğum gün gelip çattı. Bugün yola çıkacağımı, bugün hatırlamış olmak çok şahsıma münhasır bir durum.
Güzel günler? Kaprisli günler? Hayal kırıklıklarıyla dolu günler? Bunların hepsi, cebimde soru işaretleriyle dolaşıyor hala...
Galiba macera başlıyor...

YOL

Sonunda soluklandığım bir an.
Yol beklenenin aksine güzeldi. Şamfıstığını sona saklayan çocuk edasıyla, medreseden önce İzmir’in tadına bakmak istedim. Kemeraltı ve Konak, az buçuk bildiğim sokaklarda dolanıp, “Medrese İhtiyaç Listesi”ne bir kaç tik daha attım. İzmir Otogarı İzmir’in iki başlı kentliğinin ipana’yla fırçalanmamış tarafında kalıyor. Şehirin çok kez hayatımıza verdiği gündemler; “boyoz laik gevrek çiğdem” tabanında olunca insan bir beyaz türk şehri bekliyor. Oysa İzmir’de yıllardır aklımın bir türlü kabul etmediği bir şizofreni hakim. Şehrin büyük bölümü, sıradan bir anadolu kentinden çok daha kötü görünüyor.
Otogara dönüyorum, ilk durak Selçuk. Arkamda dörtlü velet güruhu sanırım medreseden söz ediyor. Eğer onlar da gelecekse, muhtemelen medresenin benim için yanlış durak olacağı hissine kapılıyorum. Selçuk-İzmir arasını hatırlamıyorum. Zira dün gece hayattan ödünç aldığım uyku saatlerini, kendisi geri istiyor. Çok direnemiyorum, sanılanın aksine. Selçuk otogarında sigara yakmaya bile fırsat bulamadan kendimi Şirince minibüsüne atıyorum. İlk kez geldiğim bu coğrafyanın yazılı olmayan kurallarını incelemekle meşgulüm. Şirince’ye dağ arasından ağaçlıklı bir yoldan gidiyoruz. Köy girişinde Matematik Köyü’ne gidecek var mı diyor şöför. İki genç ve ben varız minibüste. Üçümüz de iniyoruz. Yaklaşık 2 adım önümden ilerliyor çocuklar, Matematik Köyü yolu Şirince girişinde sola ayrılıyor. Önceki dörtlüyü Selçuk’ta bırakmış olmanın keyfi sürerken, bu ikili daha da kıllandırıyor. Kemik çerçeveli gözlükler, kareli gömlekler. Lise. Tam ergen yazar adayı gibi geliyor gözüme.
“Hmmffsss...” Adımlarımı, onlara rahat konuşsunlar diye verdiğim bir buçuk metrelik mesafeyi kısaltıcak şekilde hızlandırıyorum. Bir anlık gazla:
-          Beyler, Matematik Köyü’ne mi Medreseye mi?
-          Matematik Köyü
-          (Ana, matematikçi çıktılar. Birşey demem lazım ama..) Hmm.(Söylenecek en güzel şey.)
Kapattığım üç adımı geri veriyorum. Yol toprak ve ceviz büyüklüğündeki taşlarla dolu. Yaklaşık elli metre sonra çocuklar sola sapıyor, bense medrese işaretine yöneliyorum. Yaklaşık bir elli metre sonra yol yine ikiye ayrılıyor, bu sefer tabela yok. Sola devam ediyorum. Hayat boyu hep böyle oldu, sola devam ettim. Yürürken gördüğüm iri kertenkeleler, inceden tırsmacaya sebep. Önce Burak’ı arıyorum. Neden bilmiyorum. Başım sıkışınca ilk kapım o hep. Yaptığımın saçmalığını yüzüme vuruyor, “sakin ol ortağım, varınca ara.” Erdem’i arıyorum ardından. Burada özgüvenimin altını çizmem lazım sevgili günlük. Erdem Şenocak, Erdem oluveriyor birden. Adama hayranım zaten. Onun mekanına gidiyorum. Kaybolmuş olsam, kurtarsa beni, sonra da “Oğlum ne kral adammışsın, harbiden kaybolunur orda, ne doğru zaman da aradın. Orda her sene 5 kişi yokoluyor.” Falan dese diye umut ediyorum. Telefonun ilk çalışıyla birlikte medrese önümde beliriyor. Telefonu kapasam olmaz, açınca ne dicem? Sıçtım.
-          Alo?
-          Ehe, şey, Erdem merhaba, ben Aykut.
-          Selam Aykut
-          (Aha! Adımı biliyo! Ha, ben söyledim L ..) Abi, kayboldum sandım da, sonra yolu buldum.
-          Medreseye giderken mi?
-          Evet abi, neyse öyle işte sağol, geliyom şimdi ben.
-          Ben yarın gelicem Aykut
-          Aa, öyle mi, yarın görüşürüz o zaman abi.
-          Görüşürüz.
Şirince’ye yeraltından notlar bırakmak istiyorum bu konuşmanın ardından.
Medrese umduğumdan ufak görünüyor. Sıcaktan ve yükten, kanter içindeyim. Kimsecikler yok sanki derken, sonradan yatakhane olduğunu anladığım yerden ufak tefek gürültüler duyuyorum. Çantamı kenara koyup içeri giriyorum, ranzalar kuruluyor, yataklar taşınıyor. Kimseye adımı bile söylemeden; “yardım edilecek bir şey var mı?” diyorum. “illa olur” diyorlar. Hakikatten de bir kaç dakika içinde kendimi ranza taşırken buluyorum. Gün boyunca türlü türlü eşya taşıdık, benden sonra gelen dört kişi de işe girişmeden kendini tanıttı, ben salağı gün sonuna kadar sadece iki kişiye adımı söylüyorum. Yavaş yavaş insanları tanıyorken farkettiğim en önemli şey, insanların bir şekilde önceden tanışıyor olduğu oluyor. Yaş aralığı 20-30 arasında. Muhabbet güzel, ben dahil olamasam da henüz. Gün boyu yaptığım hamallığın medrese için olduğunu bilmek hem huzur hem gurur verici. Yarın kurs başlıyor. Bakalım neler olacak...


Hiç yorum yok: