3 Ağustos 2009 Pazartesi

Smyrna 3


Dosdoğru metroya koştuk kart almaya, dudaklar kurumuş mideler “uludağ limonataaaaa” diye bağırıyordu. Metronun önünden, ege sıcağına inat olsun diye buz gibi su ve limonatalarımızı aldık. İndik basamaklardan hoplaya zıplaya en serininden. Gişede bulduğumuz formüle yeni eklemeler yaptı metrodaki teyze. Sonunda en güzel çözüm, çoktan çöpe attığımız kentkart çıktı yine. Hem fiyakalı kabuk sahibi kentkartımız oldu hem de 20 kez biniş hakkımız, tek fark artık ceplerimiz daha boştu. Ne pasomuz vardı ne başka gerecimiz ama bir günlüğüne gelinen İzmir’de ellemiyorlardı turiste. Öğrenci parası ödedik heryerde. Metro duraklarında Basmane’yi görüp biletleri almaya karar verdik. Hem serindi de yerin altı, her şey yolunda gidiyordu. Ankara metrolarından farklıydı elbet metro, daha renkli daha hızlıydı, agresif bayan sesi yerine, daha bi şen şakrak hatun kişi bildiriyordu hangi durakta olduğunuzu. İki durak sonra basmaneye vardık, hup diye garın orta yerine çıktık yerin altından. 4 köstebek gişeye gidip en cool halimizle rezarvasyonunu yaptığımız biletleri aldık. Biz biletleri almakla uğraşadururken; Dilan en kımıllı, en film karesi, fotoğraflarımızı çekti yansıyan camdan. Eğer bir gün “Garda” diye bir film yapacak olursak, rahatlıkla kullanabileceğimiz afişlerimiz oldu. Bilet işini hallettikten sonra, yine aynı metroyla dosdoğru Konak’a geçtik. Metroya binmeye gayret ederken ilk kentkart aldığımız andan sonra sürekli yaşayacağımız paso stresini neşeli bi rgüvenlikçi abiyle aştık. Konak’da metrodan çıktığımız gibi koşakoşa iskeleye vardık, karşıya geçicek oraları gezecektik. Aslında vapur bir tur atıp bizi bindiğimiz yere bıraksa belki de hiç umursamazdık vapurdaki denize sıfır dublex yerlerimizi gördükten sonra. Her ne kadar denizdeki kahverengilik insanın içini burksa da, milyonlarca litrelik su inadına mavi geliyordu Ankara grisinden sonra. Martıları gördük hiçbirini yemlemesek de, geze geze izleye izleye vardık karşıya en sonunda. Nedir, ne değildir bilmiyorduk elbet ama iner inmez karşımızda duran cadde gelin burada gezin diye bağırıyordu. Zaten dışardan gelen sesleri dinlemeye fazlasıyla müsait olan biz, kulak verdik bu çığlığa, dosdoğru attık kendimizi caddeye. Akıllarda közde kahve sorusu adım adım arşınladık caddeyi. Önce karnımızı doyurmalıydık, bir çok kafenin bir çok restoranın arasından belki de en güzelini bulduk. Para mühimdi, ki geldiğimiz yer bu önemi gayetiyle kavramış gibiydi. Ankara’da yediklerimize nazaran çok daha ucuza karnımızı doyuracağımızı farkedip verdik siparişleri. Her ne kadar Cansu hafif bir şeyler yemeliyim diye tuttursa da o da kandı dürümün nefis fotoğrafına. Açıkcası beklediğimiz kadar güzel çıkmadı dürümler, ama sorun etmedik, ikincileri söylemeden Burak’la birbirimize göz kırpıp hep beraber çıktık restorandan. Bu Mısır efektli yer bizim için hatıraydı, duvardaki resimlerse kimbilir sonraki hangi rüyaydı. Caddede gezmeye devam ettik, hepimizin aklında önünden geçerken bayıldığımız Hayal Kahvesi isimli kafede közde kahve içmek vardı. Bir binanın teras katındaydı. Döner merdivenlerden aval aval yandaki afişleri izleyerek çıkan dört kişi kafe sahibinin burda közde kahve yok malesef arkadaşlar demesiyle ufak hayal kırıklığına uğradık. Aldırmayıp indik aşağı, aklımızda közde kahve, girdik küçük sokaklara. Kadıncağız tarfi etti bize közde kahveyi, yandaki sokaktan dönücektik. Sokaktaki mor kafede mantı yapılıyor, turuncusunda hamburger. Her ikisi de köz kullanmıyordu. Bu iki kafede hedef ararken, hiç aramadığımız başka bir şeyi seyre daldık. Koleksiyoncu bir amca kocaman bir para ve pul koleksiyonuna sahipti. Tarihin en büyük tanığı herhalde paralardır, kimbilir kaç tane el değmiş, kim bilir kaç tane cepte terlemiştir. Ellerimizde birer fahişe haline gelen paralar yanyanayken bambaşka bir yeri andırıyordu. Her birinin fotokopisi duvara asılmış, bize bizi anlatıyordu. İzledik dakikalarca. Sonra çıktık tekrar yola. İskeleden sonra sağımıza solumuza bakmadan dosdoğru girdiğimiz caddeden bir başka sokak deneyimi daha yaşayarak çıktık.

Hiç yorum yok: