31 Temmuz 2009 Cuma

Smyrna 2


Deniz kenarında bir yer bulamadık ilk başta, nitekim biz alalım elimize plastik bardakta çayımızı döke saça yiyelim kumrularımızı istiyorduk hangimiz kumru bilmeden. Yolun öteki tarafında bir sürü simitçi, pardon gevrekçi bekliyordu bizi. Seçtik birini “4 kumru” dedik. Burağın yılların yengenini kumru sanmasıyla eğlendik. Gevrekçi adam şaşkındı başka yerde kumrunun böyle çok satılmadığına, gevrekle kumru tezgahların en mutlu çiftliydi ona göre, ayrılmaması gerekliydi öyle şehir şehir. Oturduk gölgede bir banka, hapır hupur yedik kumrularımızı, doymadık üstüne bir daha yedik. Başlamak vakti gelmişti tabanlarımızı İzmir’in güzel sokaklarına sürtmeye.

O sebepten çok fazla oturmadık. Önce bir pasaja girdik, rahat gezmek için ihtiyaç molası niyetine. Ve gezimizin gizli amacı olan, fincanda kahveyle karşılaştık. Tam o noktada bozkıra dönmeden o kahvenin tadına bakmamız gerektiğine karar kıldık. Çıktık pasajdan, pazara doğru. Neresi olduğundan emin olmadığımız, ya da sadece benim emin olmadığım pazarda gezdik deliler gibi. “Abi kot bakar mısın?” sesleri eşliğinde, kendimizden habersiz, yolumuzdan bağımsız kimbilir kaç tane “O” çizdik. Esnaf abilerden birine sonraki durağımızı sorduk: Asansör. Dilan’ın o sıralarda pusulaya dönen zihniyle kendimizi caddeye attık, deniz en güzel yöndü, döndük çehremizi. Asansöre gitmeden saat kulesini bulduk, japon etkisi makinede durduğu gibi durmuyordu. Bir sürü fotoğraf çektik kuleye doğru. Bol güvercinli, en çok sevgi dolu fotoğrafların ardından topukladık hemen ordan.

İzmir’in kokusuyla meşhur kızlarından ikisine asansörü sorduk. Ama arkadaşlar ufak çaplı bir amnezi geçiriyorlardı, asansörün yerini bildiklerini ama tarifini blmediklerini söylüyorlardı. Teşekkür ettik, üzüldük. Hemen ileride belediye otobüslerinin oradaki durağa koştuk. Orada sorduk nerede olduğunu o kocaman asansörün. Tarifi kafamıza yazdıktan sonra doğru koştuk asfalta. Uzun bir süre yürüceğimiz aşikardı, yürüdük bizde. Giderken, belediyenin insanlara hizmeti olan ufak çaplı şelale örneğinde Burağın mutluluk fotoğraflarını çektik. Yolda da boş durmuyorduk. Biraz ilerisinde, merdivenlerde klip kapağı temalı fotoğraflar, ve camcı amcanın önündeki aynadan kendi fotoğraflarımızı çekmemiz, anın güzelliklerini kayıt altına alıyordu. Camcı amca, ufaktan takıldı sabah beri avladığı sineklerin hatrına, İzmir’in güleryüzlü insanlarından bir nefes almış olduk biz de. Yollar aktı birbiri ardına ve bulduk asansörün olduğu sokağı sonunda. Sokakta birbirinden güzel evler restore ediliyordu ve hemen ortasında Cafe TaşEv’i barındırıyordu. Daha görür görmez kokusu geldi burnumuza asansörden inince orada içeceğimiz çayların kokusu.

Asansöre gittik, asansörü bekledik. O kocaman yapıda sadece 1. Kat ve zeminin bulunmasının verdiği ironik tad hoşumuza gitti. Sıra gelir gelmez yükseldik İzmir’in denizinden de mavi semalarına. Hemen çektik en güzel asansör yüksekli fotoğrafları, adımızı yazdık tuğlaya; Burak-Dilan-Aykut-Cansu sırasıyla. Söz verdik dört düşsever, bir daha her giden yazsın oraya adını diye, yoklamamızı vericektik bundan sonra birbirimize. Yeterli fotoğraf sayısına ulaşıp, yüksekliğin artık eskisi kadar korkutucu olmadığını hissettiğimiz anda indik aşağı asansörden, doğru TaşEv’e. Bayıldık içeriye, evimiz olsa orda, gitsek yollardan fırsat buldukça. Çaylarımız yeni demleniyordu, beklemeye koyulduk sessizce. Tatlı yorgunluk dizlerden ayakparmaklarına ulaşıyor, yüzlerdeki gülümsemelerse rahatsız edici hiçbir şey bırakmıyordu. Siyah-beyaz fotoğraflarımız oldu taş evde. Taşın serinliğinin rahatlığına çayın ferahlatıcı kırmızı eklendi. Biz çaylarla demlendikten sonra adım adım koyulduk yeniden yola.

Dosdoğru deniz kenarına çıktık, denize sıfır yürüme yolunda güneş in yakıcı ışığına aldırmadan yürüyorduk. İlk fırsatta eğlence arayan biz, Dilan’ın Ankara’dan beri söylediği Yabancıcılık oyununu oynamaya başladık. Dört Fransız yolcu bağıra bağıra geziyordu kordonda. Ufacık bir çeşmenin başında, komik bir soru kaldı geriye oyundan: “Suh, içihlebihlir mi?”. Ha birde, benim Fransızca’ya kattığım bol çata çutalı Çin yorumu. İskeleye kadar yürüdük. Ne yapıcağımızdan emin değildik ama ne duymak istediğimiz çok netti. Daha önceki İstanbul turlarımızdan hafızamızda kalan, midesine kadar mikrofonu sokan abimizin söylediği “EminönüGaraköy” kelimeleri. Elbet öyle bir ses gelmedi, aksine sanki İzmir’de yaşamanın kuralıymış gibi herkes kendinden emin biniceği vapuru seçiyordu, iskeleyi çok fazla incelemeden doğru biletçi abiye gittik. Ben yine karşıkonulamaz cevvalliğimle “abi bunlar nereye gider?”, “abi bunlar kaç paradır?” tadında sorular sordum. Adam yine belediyenin mesaj içerikli 3 lira uygulamasından bahsetti. O an gaza geldik kentkart sahibi olmaya. Binbir türlü hesap kitap yaptık 3 tane 5 lik mi alsak,4 tane 3 lük mü alsak diye büfeye gidene kadar.Biz bilmemkaçıncı matematik formülünü keşfederken büfeci amcadan geldi müjdeli haber, yok burda 3lük 5lik alıcaksanız kentkart var diye. Nedense o ana kadar kentkart edinme ihtimalini gözden geçirmemiştik. Geçirmemeye de devam ettik.

Hiç yorum yok: